30 Eylül 2012 Pazar

Cehalet Çıkmazı


Cehalet Çıkmazı

Yeni bir vazife dönemini daha idrak ederken, yüreklerimizde Zeliha'nın aşk u hicrânı, Yakub'un âh u efgânı, gözümüzü açacak, gönüllerimizi şâd edecek müjdeler bekliyoruz.
Ölü ve karanlık yılların, önüne katıp sürüklediği yığın yığın felâket molozu altında, çırpınıp duran insanımızın, yürekler acısı hâli karşısında azap çekmemek mümkün mü?
Gidiniz! Şu bizimle aynı çizgide olan ülkeleri birer birer geziniz! Eminim, yüreklerinize sızı inmeden geri dönemeyeceksiniz! En büyük merkezlerden en küçük şehirlere, en kalabalık kasabalardan en ücrâ köylere kadar hiçbir belde, hiçbir meskûn saha yoktur ki cehâletin hükümrân olduğuna, içtimaî sıkıntıların birer girdâb haline geldiğine şahit olunmasın.
Vaktinde tedavî yollarına başvurulmayan, nice müzminleşmiş hastalıklar müşâhede edeceksiniz ki bugün artık, onulmaz birer kangren hâlini almıştır.
Ne var ki bu hastalıklar arasında, en çok millî bünyemizi hırpalayan ve mevcudiyetimizi kemirip duran şifâ bilmez dert, cehâlettir. Bir şey bilmeme, bildiği şeyleri değerlendirmeme, Hak'dan ve hak düşüncesinden mahrum bulunma manâsında cehâlet, hemen her devir için felâket olmuştur. Her millet gibi, bizim de perişaniyetimizi hazırlayan bu uğursuz menbâ kurutulmadan, kitleler aydınlığa kavuşturulup, nesiller millî düşünce ve tarih şuuruna irşâd edilmeden ve bu milletin "ruh köküne" uymayan bütün menfî akımların önü alınmadan cemiyetimizi çepeçevre saran buhranlardan sıyrılmamız ve bir fâsit daire haline gelen hastalıklardan halâs olmamız kabil değildir.
Cehâlet sebebiyle değil miydi ki; dünyanın en verimli ovalarını, en bereketli obalarını ve yakuttan ırmaklarımızı değerlendiremeyerek, cennetlerden bir köşe, güzel vatanımızı vîranelere çevirdik. Her tarafı "bağ-ı irem" ülkemizin sînesindeki çeşit çeşit hazinelerden habersiz yaşayarak, toprağımızı değerlendiremedik ve madenlerimizi işletemedik. Bundan daha kötüsü de kendi kendimize bir iş yapamayacağımız kanaatine gömülerek ümit ve irâdemizi yitirdik. Ve milletimizi, içten içe kemirip duran cehâlet, en karanlık haliyle bugüne kadar süregeldi.
Milletçe tam kurtulma ümîdinin belirdiği, fen ve teknik düşüncenin gelişmeye başladığı bu yeni devrede, insanımız değişik bir cehâlet girdabına kapıldı. Muasırlarımızın ilim ve teknolojisi karşısında, bir kısım dönen başlar, bulanan bakışlar, memleketi kurtarma düşüncesiyle, gönülleri inanç, dimağları ilim ve hikmetle, yurdun dört bir bucağını da sanat ve ticaretle mâmur edip yükselteceklerine; millî düşünceyi çiğnemek, millî seciyeyi aşındırmak ve bütün bütün fazilet ve ahlâktan sıyrılmak suretiyle "çağdaş uygarlık düzeyine" çıkacaklarını zannederek, millî ruha en amansız darbeler indirdiler. Bir bakıma bu ikinci cehâlet, ülkemiz ülkemiz ve insanımız için daha tahribkâr, daha tehlikeli oldu. Zira, birincisinin, ilim karşısında sönüp gitmesine mukâbil; bu ikincisi ilim ve medeniyet adına her yere girebiliyor, her mahfilde "hüsn-ü kabul" görüyor ve her yerde alkışlanabiliyordu. İlki, memleketi baştan başa bir vîrane haline getirerek, sadece baykuşları sevindirmişti. İkincisi ise milletin top yekûn faziletlerini, ruh necâbetini, fedâkârlık hissini silip süpürdü tahribkâr, daha tehlikeli oldu. Zira, birincisinin, ilim karşısında sönüp gitmesine mukâbil; bu ikincisi ilim ve medeniyet adına her yere girebiliyor, her mahfilde "hüsn-ü kabul" görüyor ve her yerde alkışlanabiliyordu. İlki, memleketi baştan başa bir vîrane haline getirerek, sadece baykuşları sevindirmişti. İkincisi ise milletin top yekûn faziletlerini, ruh necâbetini, fedâkârlık hissini silip süpürdü ve kitleleri şaşkına çevirdi.
Geleceği hazırlamayı tekeffül etmiş mürşit ve terbiyeciler, bu her iki cehalete karşı da savaş îlan ederek, hatta bu yolda meşrû her vesileyi kullanarak, ülkemizi ve insanımızı aydınlığa çıkarma gayretinden bir an geri durmamalıdırlar. Bunun için de yuvadan okula, kahveden kışlaya, bütün vatan sathı mektep haline getirilerek, umum yurtta bir kültür seferberliği ilânına zarûret hâsıl olmuştur. Cehâlete, fikirsizliğe, taklitçiliğe, millî kültür ve mefâhirden habersizliğe karşı umumî bir seferberlik îlan edilmeli ve peşin hükümlerle verilmiş kararlar kritiğe tâbî tutularak, ilimlere yeni bir bakış kazandırılmalıdır.
Hiç şüphe yok ki böyle bir durumda, bu mübarek vazifenin öncüleri de ancak, muallimler olacaktır. İnsanı, ruh-beden bütünlüğü içinde ele alan; onun kâinat içindeki yer ve münasebetini görüp gözeten; yaratılışın gâyesi istikametinde gönülleri şahlandıran, gayb ve şehâdeti bir vâhidin iki yüzü gibi görmeye ulaşmış talihli muallimler..!
Evet, insanın cismâniyetini inkâr eden ruhbanlık düşüncesi ve batı stili mistik anlayış, insanoğlu için ne kadar zararlı olmuşsa, onu sadece cismâniyet ve bedeniyle ele alan felsefî sistemler de o kadar, hatta daha fazla zararlı olmuşlardır. İnsanoğlunun müstesnâ bir yaratık olduğunu, kâinat içinde mühim bir yer işgal ettiğini ve yaratılışı itibariyle bir kısım yüksek vazifelere, dolayısıyla da değişik makam ve derecelere namzet bulunduğunu sezmemek, idrak etmemek mümkün mü..?
İlimlerin her çeşidinden faydalanmaya istidâdı olan; eşyâ ve hâdiselere müdâhele kabiliyetiyle şereflendirilen; güzelliğin her çeşidini idrâk edip benimseme melekeleriyle donatılmış bulunan; lezzetlerin türlü türlüsünü seçip ayırmasını bilen; ruhu sonsuzluk sevdâsıyla sarhoş, gönlü "ebed ebed!" diye inleyen bir varlık, nasıl vazifesiz ve geleceksiz olabilir ki..? Onu, vazifesiz ve mes'uliyetsiz, dolayısıyla da upuzun mutlu bir gelecekten mahrum görmek, bu en şerefli varlığı diğer canlılar seviyesine indirerek, onun maddî-manevî istidat ve duygularını inkâr etmek ve ona yolların en buhranlısını gösterip dünyalarını karartmak demektir. Bilmem ki insanoğluna bundan daha büyük zulüm ve haksızlık tasavvur edilebilir mi..?
Bize göre gerçek muallim ve mürşit, işte böyle her şey olma istidât ve melekeleriyle, dünyaya gönderilen insana, doğruyu öğreten, doğru düşündüren, onun gönlünü coşturup ruhunu kanatlandıran, yolunu kesen bütün karanlıkları ve kara delikleri bertaraf edip onu aydın menfezlere ulaştıran talihli insandır.
Vakti gelince, bu kutlu hakikat erinin elinde, taş-toprak, som-altın haline gelecek; değersiz gibi görünen şeyler kıymet kazanacak; en kararmış ruhlar şafak aydınlığına ulaşacak; boynu tasmalı nefsin azat kabul etmez kulları ruhlarıyla bütünleşerek birer sultan kesilecektir.
Kendini irşad ve tebliğe adamış, çıraklarını adım adım takip eden; hayatın her dönemecinde onları, insanlığa yükseltme heyecanıyla dolup boşalan; ilimler adesesiyle onlara mutlak hakikatı gösterebilen; yer yer yıldırımlar gibi gerilen, sonra ruhunda yumuşatıp uslulaştırdığı ışık huzmeleriyle talebelerinin gönüllerini aydınlatan muallim ne mübarektir..!
Sızıntı - Kasım 1983

29 Eylül 2012 Cumartesi

İlim


İlim

Günümüzde ilmî gelişmeler görülmedik bir hız ve seviyeye ulaştı ve çağımız âdeta bir sürprizler çağı haline geldi. Diyebiliriz ki; şu son çeyrek asırda , ilmin insanoğluna armağan ettiği yeni buluş ve keşifler, önceki devrelere ait bütün buluş ve keşiflerden daha fazla olmuştur. Gün geçmiyor ki mikro âlemden makro âleme kadar çok geniş bir sahada, bir sürü yeni yeni şeyler ortaya konmasın ve varlığa ait bir yığın meçhûl ve karanlık noktalar aydınlığa kavuşturulmasın. Atomlar âleminden nebülozlara, canlılar âleminden insan uzviyatına (organizma), teknoloji ve elektronikten lazere kadar sayısız keşif ve tespitlerin hemen her gün, gazete ve mecmualar vasıtasıyla dünyanın dört bir bucağına yayıldığını duyuyor, ya seviniyor ya da korku ve paniğe kapılıyoruz.
Bu hız ve tempo ile gelişen ilim ve teknolojinin, çok yakın bir gelecekte, topyekün kanaat,düşünce ve ilim anlayışına tesir edebilecek, yeni keşifler ortaya koyacağı da gözden ırak tutulmamalıdır. Dönüp yakın geçmişimize baktığımız zaman, dünden bugüne, çok şeyin değişmiş olduğunu görürüz. Daha dün, herkesçe değişmezliği kabûl edilen Galilello'nun mekân telâkkisi, Newton'un câzibe-i umumiyesi (genel çekim) yerlerini 'rölativizm'e terk ederek bugün tarihî birer faraziye (teori) hâline geldiler. Maddenin, her şeyin esası olma görüşü, bir hayli zamandan beri, herkesin kuşkuyla baktığı bir mevzu olmuştu. Bugün ise artık madde kadar, madde ötesi şeylerin de kendilerine has çizgide, araştırıcının perspektifine girdiğini görüyoruz. Öyle anlaşılıyor ki yakın bir gelecekte, madde kadar anti-madde, atom kadar anti-atom, ilim mahfillerinin müşterek araştırma mevzuu hâline gelecek ve fiziğin ele alındığı her yerde, mutlaka, metafizikten de bahsedilecektir.
İlim, duyu organlarımızla kavranan nesnelerle meşgul olur. Bunun dışında kalan gerçekleri de tecrübelere dayanılarak elde edilen neticelerin ışığı altında izah etmeye çalışır. Duyularla (hasse) tespit edilememiş, doğruluğu ispatlanamamış bilgilere ise ilmî metodolojiyle, gerçek olduğu belirleneceği âna kadar bünyesinde yer vermez. Meselâ: Gözle gördüğümüz şeylerin keyfiyetleri bir tarafa, onların sabit birer hakikat olduğunda kimse tereddüt etmez. Keza; kulaklarımızla duyduğumuz, dokunarak hissettiğimiz ve diğer duyu organlarımızın sahasına giren eşya için de, aynı şeyleri düşünebiliriz... Duyu organlarımızla varlığını sezemediğimiz 'manyetik' ve 'elektronik' alanların mevcûdiyetini ise pusula ve benzeri aletlerle tespite çalışırız. İlim, bugün, sahip bulunduğu alet ve vasıtalarla, ancak bu kadarını tespit edebilmekte, 'elektrik', 'manyetik' ve 'kütle-çekim' sahalarının dışına çıkamamaktadır. Bu alanların mevcudiyet ve keyfiyetini ispatlayacak alet ve vasıtalar keşfedildikçe, bunlar da ilmin araştırma mevzûu içine girecektir.
Bu itibarla günümüzde, ilmin her şeyi ihâta ettiğini ve gidip nihaî hedefine ulaştığını iddia etmek, hem büyük bir yanlışlık, hem de fennin ortaya koyduğu şeyleri görmezlikten gelmenin ifâdesidir. Aslında bugün, ilmin ortaya koyduğu keşif ve buluşlara bakıldığında, bildiklerimizin, bilmediklerimizin yanında 'hiç' denecek kadar az olduğu görülecektir. Bunun aksini iddia etmek, hem realitelere aykırı, hem de mevcutla yetinme gibi, bir himmet zaafı ve bir irticaî harekettir. Her devirde, ilmin ulaştığı noktaları, varılabilecek en son hedef telâkkî edenler, böyle düşünmekle ilmî araştırmaların yolunu tıkamış ve kültür hayatının sîmasını karartmışlardır.
Onun için bizler, bugüne kadar öğrenip bildiklerimizin, yeni baştan kritiğe tâbi tutulmasını, eski bilgilerimizin, yeni keşiflerin ışığı altında tekrar ele alınmasını; hem yanlışlarımızın düzeltilmesi; hem de mevcut tıkanıklıkların açılması bakımından zarûrî görmekteyiz.
Evet, yeniden semâ ve yeryüzünün umumî durumları; birbirleriyle olan münasebetleri; gece ve gündüzün düzenli şekilde, artarda gelmesi; canlı-cansız varlıkların kendi dünyaları içindeki hususiyetleri; insan ve hayvan organizmasının hareket, fonksiyon, hedef ve gâyeleri; nihayet toprak-su, bunların terkipleri ve canlılarla olan münasebetleri mutlaka ele alınmalı ve modern metotlarla tahlile tâbi tutulmalıdır. Ancak bu suretle, ilmî araştırma usûlüne (ilmî metodoloji) göre ispatlanamamış nazariyeler, yanlış tespitlerle ortaya konmuş kaideler, yeni baştan gözden geçirilecek ve yanlışlar düzeltilmeye çalışılacaktır.
Bir ilim adamı için usûlüne göre araştırma yapmak, ilmin haysiyetine saygılı olmanın ifâdesidir. İlim yapıyorum diyerek, ispatlanamamış faraziyelerle, ilim yuvalarını meşgul edenler, hem yığınları aldatmış, hem de ilmin haysiyetiyle oynamış olurlar.
En basit şekliyle ilmî bir araştırmada usûl şudur: Evvelâ mevzu belirlenerek, öğrenilmek istenen şey açık-seçik olarak ortaya konur; sonra o mevzuda, daha önce yapılmış araştırmaların neticeleri gözden geçirilir; daha sonra, toplanıp değerlendirilen bu bilgilerden elde edilen sonuçlar tespit edilir; yapılan bu tecrübelerle ortaya konan neticelerin, doğru olup olmadığını tam tayin etmek için, bir düzine yeni denemelere girişilir; bu denemelerle, ortaya konan nazariyenin doğrulanmadığı görülürse, yeniden başa dönülerek, daha başka araştırmalar yapılır; bilgiler toplanır ve eski-yeni bilgiler bir araya getirilerek, bu bilgilerin ışığı altında nazariyeye yeni şekil verilir. Böylece, tecrübelerle gerçek olduğu ortaya konan şeyler kaydedilir; sonra da sabit bir prensip hâline getirilmek istenen bu gerçeğin, umumileştirilip umumileştirilemeyeceği araştırılır; umumileştirilebilecekse, onunla benzeri hâdiseler arasındaki münasebetler değerlendirilerek bütünlük teminine gidilir.
Modern metodolojinin de benimsediği bu araştırma usûlü, ilmî tespitler için 'objektif', bir usûldür. Binaenaleyh, böyle bir usûlle araştırmaya gidilmeden, şeyin doğru ve sabit olduğunu iddia etmek ve ona ters gelen şeyleri de ret ve inkâr, kat'iyyen ilmî değildir. Zan ve tahminlere bina edilerek ortaya sürülen düşünceler, sadece birer nazariye ve bu nazariyelere dayanılarak elde edilen umumî kaideler de birer aldatmacadır. Bu türlü zan ve tahminlerle ilmî gerçeklere gidilemeyeceği gibi, bunlara dayanılarak, müşahede veya sıhhatli haberlerle teyit edilmiş, ya da usûlüne göre ispatlanmış hakikatler de inkâr edilemez.
Sızıntı - Temmuz 1984

28 Eylül 2012 Cuma

Maarifin Va'dettikleri


Maarifin Va'dettikleri

Ülke saadetinin sağlam ve ümit verici olması, bugünkü nesillerin ciddiyetle ele alınmasına ve geleceğe göre kalb-kafa bütünlüğü içinde yetiştirilmesine bağlıdır. Günümüzün talihsiz gençleri, aile ihmâlkârlığının bağrında hayata gözlerini açtı ve kendini insafsız bir çevrenin, merhametsiz hâdiselerin, öldürücü fikir akımlarının ve felç edici neşriyatın kucağında buldu. Yarınları omuzlarında bayraklaştıracak olan bugünün dinamik güçleri, hâlihazırdaki durumun boğucu tesirinden kurtarılarak onlara kendi irâdeleri ile var olma ve yaşama yolunu göstermek, zamanımızın idareci ve zimamdârlarına düşen rabbânî bir vazifedir.
Yarınları kendilerine emanet edeceğimiz bu gençler, eğer irâdeleriyle var olma yolunda ciddî bir terbiye almaz veya alamazlarsa, diğer canlılar gibi, hatta daha aşağı bir seviyede, şehvet, hiddet, hırs misüllü alçaltıcı hislerin ve yetiştiği çevreden aldığı fena huyların baskısı altında kalır giderler ve bir daha da bu mahkûmiyetten kurtulamazlar. Şehvet, öfke, hırs ve verâset kanunlarının insan üzerindeki tesiri o kadar ciddî ve ağırlıklıdır ki; pedagojinin en yeni esaslarına göre, çok iyi terbiye görmüş gençlerde bile az çok kendisini hissettirmekte ve onları yanlış yollara zorlamaktadır.
İşte terbiye, pek çok maksat ve gâyeler için insan mahiyetine yerleştirilmiş bulunan bu türlü hislerin, azgınlaştırıcı tesirini kırıp onları iyiye, güzele doğru yönlendirerek zararlı gibi görünen bu duygulardan insanî kemâlâta giden yolları keşfetmek ve fertte fazilet duygusunu, irâde metanetini, kabiliyetini, hürriyet aşkını geliştirmek içindir. Hakk'a esaret manâsındaki hürriyet aşkını!..
Şâyet, heves ve ihtirasların amansız pençesi altında hırpalanan nesillere, kendi ruhumuzu, iç dünyamızı aksettirici böyle bir terbiye verilmez, ahlâk ve fazilete giden yollarda onlara ışık tutulmazsa, milletimiz bugün de yarın da kargaşadan kurtulamayacaktır. Apaçık ortadadır ki kendi nesillerine soylu bir kültür ve irâdî terbiye veren milletler, geleceklerini teminat altına almış ve bütün mukaddeslerini emanet edecekleri en sağlam bekçileri keşfetmişler demektir. Çocuklarını ahlâk ve düşünce noktasında ihmâl eden cemiyetlere gelince; bunlar, yüksek değer ve mefhumlarıyla beraber, bütün bir milleti anarşi seylaplarıyla baş başa bırakmış sayılırlar.
Her milletin, hayatiyet ve bekâsıyla bu kadar ciddî münasebeti olan tâlim ve terbiye mevzuu, hemen her ülkenin en başta gelen meselelerindendir. Bilhassa milletlerin buhranlı anları sayılan geçiş dönemlerinde, bu husus daha da ehemmiyet arz eder. Bu türlü dönemlerde ülke şartlarını kavrayamama, icraâtında, hissi mantığın üstünde tutma, plânlarını içinde yaşadığı krizli dönemin baskısı altında hazırlama ve kitlelerin hayhuyuyla şaşkınlığa düşüp yol ve yön değiştirme, millî bünyeyi, bir daha belini doğrultamayacak şekilde ırgalayacak ve yerle bir edecektir. Değil bunlar gibi ciddî meseleler; bu mevzuda en küçük bir hata, en ehemmiyetsiz gibi görünen bir dikkatsizlik, az bir ihmâl dahi, milleti altüst etmeye yetip artacaktır... Aslında bugüne kadar cemiyet fertlerinin hazan vurmuş yapraklar gibi savrulup gitmesi de hep iyi bir terbiye alamamış olmasından ve kültürsüzlükten kaynaklanmıştır. Yine de bu hassas nokta, daha az ehemmiyeti olan meselelerin yanında unutulup gidecekse 'ya sabûr!' deyip bir hayli zaman daha Heraklit'imizi beklememiz icap edecektir.
Kanaatimce, bugün en ciddî, en derin, en büyük meselelerden daha büyük, daha hassas bir mesele varsa, o da geleceğin nesillerini kendi ruh kökümüze bağlı olarak yetiştirmek ve onları her türlü yabancılaşmadan kurtarmak meselesidir! Buna göre, bugün talim ve terbiye adına gösterilecek her gayret, yarının emniyet ve saâdetini; her ihmâl ve lâkaytlık da geleceğin sefâlet ve perişaniyetini netice verecektir.
Şu anda olsun, günümüzün mesûlleri, kitlelerin yıllar yılı perişaniyet ve derbederliğine sebebiyet veren hususları yeniden gözden geçirerek, ona göre bir bakış ve geleceğe aydınlık getirecek objektif bir anlayışla çocuklarımızın yetiştirilmesini ele almazlarsa, bu ülke ve bu millete çok yazık olacaktır.
Şimdi olsun, dünü bugünle, bugünü de yarınla iç içe ve müşterek mütalâa edebilecek, çağını idrak etmiş nesiller yetiştiremezsek -maâzallah- zamanın insafsız dişleri arasında çiğnenip gitmemiz mukadderdir. Evet, bulunduğu muhitin şartlarına göre duygu ve aletlerle teçhiz edilemediğinden ötürü inkiraza uğrayıp giden canlılar gibi, yaşadığı devri idrak edememiş milletler de yerlerini, var olmaya daha müsait başkalarına bırakır, mahvolur giderler. Tarihte yok olup gitmiş milletlerle nesli tükenmiş bir kısım canlı fosiller, Yaratıcı Kudret'in aynı kanunlarını göstermesi bakımından ne müthiş bir tablodur!
Mısır medeniyeti, Roma imparatorluğu, Endülüs kültürü, Osmanlı cihangirliği ve daha niceleri.. hep aynı gaddar dişler arasında çiğnenip gitmişlerdir. 'İşte onlar, işte perişan yurtları!!' sönük bir renk, ölgün bir iz ve etnoğrafik bir kısım enkâz... Genç nesilleri belli bir gaye ve belli bir ideâl istikametinde ele almayan milletler için aynı korkunç girdap bütün ürperticiliğiyle ağzını açmış beklemektedir. Buna karşılık, çocuklarımızın ruhunda mayalayacağımız irâde gücü, terkipçi düşünce ve Hakk sevgisi, onları her türlü uyuşukluktan, yılgınlıktan, beklenmedik şeyler karşısında paniğe kapılmaktan kurtaracak ve çalışmaya şevklerini kamçılayarak, onlarda hamiyyet ve gayret düşüncesi uyaracaktır.
Günümüzün idareci ve zimamdârları, ilmî ve içtimâî hayatımızı yaşadığımız devir itibariyle nazar-ı itibare alma ve dünden bugüne, bugünden de geleceğe geçiş yollarını tespit edip, yarınki nesillerin nasıl yetiştirileceği hususunu en parlak çizgileriyle belirleme, tâmim ve takip etme mecburiyetindedirler. Böyle bir düşünce ile şahlanmış ateşîn dimağların, aşk ve heyecanla coşan gönüllerin, bu meselenin üzerine yürüyecekleri güne kadar vatan ve milletin geleceğinden emin olmak ve ülkenin yükseleceğini beklemek oldukça zordur.
Sızıntı, Mart 1984

27 Eylül 2012 Perşembe

Nesillerin Maariften Bekledikleri


Nesillerin Maariften Bekledikleri

Tâlim ve terbiyeden ne anlamalıyız? Nesiller, nasıl ve ne suretle terbiye edilmelidir? Onlara, neleri, nasıl ve niçin okutmalıyız? Ve bu kutsi vazîfeyi kimler görecektir?
Terbiye ile alâkalı mevzûları ele alırken, kendi kendimize soracağımız bu suâllere, inandırıcı cevaplar bulma mecburiyetindeyiz.
Hedef ve gâyesi belirlenememiş bir talim ve terbiye sistemi, nesilleri şaşkına çevireceği gibi, nelerin nasıl öğretileceği ve terbiyede takip edilecek usûl ve metodun neler olacağı bilinmeden, gençlerin kafa ve ruhlarına yerleştirilen şeyler de onları sadece birer bilgi hamalı yapacaktır.
Milletlerin içtimaî yapılarıyla, terbiye usûl ve esasları arasında açık bir alâka, yakın bir bağ mevcuttur. Millet fertlerine nasıl bir terbiye verilirse, toplum da yavaş yavaş giderek o şekli almaya başlar. Zira, bugün yetiştirilen nesiller, yarının yetiştiricileri olarak vazife başına geçecek ve üstatlarından aldıkları aynı şeyleri, çıraklarının gönüllerine boşaltacaklardır. Milletlerin, cismanî varlıklarını devam ettirmelerinde, evlenme ve üreme ne ise onların ahlâkî ve içtimaî hayatları için terbiye de aynı şeydir. Evlenme mevzuunu sağlam esaslara bağlayamamış milletler, kendilerini inkirazdan kurtaramayacakları gibi, cemiyetin rûhî ve ahlâkî durumuna gereğince ehemmiyet veremeyen milletler de kat'iyyen uzun süre varlıklarını sürdüremeyeceklerdir.
Bir milleti meydana getiren fertlerden her biri, az çok diğerine tesir eder veya ondan bir şeyler alarak onun tesirinde kalır. Bunun gibi an'ane ve gelenekler, uzak-yakın çevrenin tesiri de yetişmede önemli birer yer işgâl ederler. Bir âile reisi kendi âile fertleri arasında, milleti idare edenler de cemiyetin çeşitli kesimleri ve fertleri arasında kuvvetli tesir ve nüfûza sahiptirler. Buna göre, bir milletin kabiliyeti ölçüsünde yükselmenin en son noktasına ulaşması ve fonksiyonunu tamı tamına edâ etmesi, o milleti meydana getiren fertlerin düşünce, tasavvur, kültürüyle ve zimamdârlarının da plân, basîret ve hasbîlikleriyle yakından alâkalıdır. İdare edenlerin eğilip fertleri görüp gözetmeleri, fertlerin de birer içtimaî varlık hâline gelme yolundaki gayretleri, bir taraftan "herkes çoban ve herkes güttüğünden mes'ûldür" prensibinin, diğer taraftan da "yaşama yerine yaşatma zevkine" göre akort olmanın ifâdesidir.
Nesillerin yetiştirilmesiyle meşgûl olanlar, bu vazifeyi hangi nam altında yerine getirirse getirsinler, üzerlerine aldıkları mesûliyetin büyüklük ve ehemmiyetini bir an bile hatırdan çıkarmamalıdırlar.
Bizler, çocuklarımızın geleceğini teminat altına alma uğrunda, her yolu dener, her ihtimâli değerlendirir, onların hiçbir şeye muhtaç olmamaları için her sıkıntıyı göğüsler, her zorluğa katlanır, onlara "cennet-âsâ" bir dünya hazırlamaya çalışırız. Acaba onları, gerçek sermaye olan ahlâk ve fazilete yükseltemediğimiz; idrak ve kültürle istikrara ulaştıramadığımız zaman, bütün himmet ve gayretlerimiz boşa gitmeyecek midir?..
Evet, bir milletin en büyük sermayesi, talim ve terbiyenin bağrında gelişen kültür, irâde sağlamlığı, ahlâk ve fazilet sermayesidir. Bu sermayeyi elde eden milletler, cihanları fethedebilecek bir silahı yakalamış ve dünya hazinelerini açabilecek sırlı bir anahtara mâlik olmuş sayılırlar. Aksine, bu terbiye ve bu anlayışa yükselememiş yığınlar, ilerde verecekleri hayat mücadelesinin daha ilk raundunda nakavt olup eleneceklerdir.
Eğer nesillerin dimağları yaşadıkları devrin fenleriyle, gönülleri de ötelerden gelen esintilerle donatılarak, rûhlarında birer fener hâline getireceğimiz tarih menşuruyla, onları geleceğe baktırabilirsek, inanın; bu uğurda sarfettiğimiz şeylerin en küçük parçası dahi heder olmayacaktır! Heder olmak şöyle dursun, kat kat fazlasını dahi alacağımız söylenebilir. Hatta diyebilirim ki; nesillerin yetiştirilmesi uğrunda harcanan her kuruş, o sağlam gönüllerde, o terbiye görmüş rûhlarda âdeta bir gelir kaynağı hâline gelecek ve milletçe, bitip tükenme bilmeyen bir hazine elde etmiş olacağız.
İyi bir terbiye görmüş ve yetiştirilmiş nesiller, hayat mücadelesinde, karşılarına çıkan her engeli göğüsleyebilecek, maddî-manevî her çeşit zorluğu yenebilecek ve hiçbir zaman ümitsizliğe düşmeyeceklerdir. Böyle bir idrakten mahrum tâlihsizler ise babalarından intikâl eden maddî serveti, har vurup harman savurdukları gibi, mânen de hep boşlukta, sallantıda ve karamsar bir hayat geçirecek, sonra da sefâletin kuduz dişleri arasında kahrolup gideceklerdir.
Bugün yolların ayrımında; kendi evlâtlarını ya insanlığa yükseltme veya insan azmanı olmaya terk etme mevkiinde bulunan zimamdarlar, nasıl Kaf dağından ağır bir sorumluluk yüklendiklerini düşünerek, yıllar yılı ihmâllerin meydana getirdiği ciddî çürümelere karşı; daha sağlam, daha tutarlı tedâvi yolları bulma mecburiyetindedirler. Yoksa bugüne kadar, çeşitli erozyonlarla, ellibin defa varlığının en kıymetli cevherlerini meçhûl denizlere kaptırmış bahtsız nesiller, bütün bütün "kuvve-i inbâtiye" lerini kaybederek, tamamen verimsizleşecek ve bir daha da kendi özleriyle varlığa eremeyecek, geçmişteki ihtişamlarına ulaşamayacaklardır.
Sızıntı - Nisan 1984