27 Aralık 2012 Perşembe

Aile Reisinin Vazifelerinden Biri: Talim ve Terbiye

Aile Reisinin Vazifelerinden Biri: Talim ve Terbiye
Allah Rasûlü'nün tavsiyeleri çerçevesinde, çocuğa, sevimli, mânâsı düzgün iyi bir isim koymak, anne-babanın ilk vazifelerinden biridir. Peygamberimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) isim koymaya özel önem vermişlerdir, "Peygamberlerin isimleri ile isimleniniz. Ayrıca Aziz ve Yüce olan Allah nezdinde isimlerin en sevimlisi Abdullah ve Abdurrahman'dır. İsimlerin en doğrusu Hâris (kâr getiren, ahireti kazanan) ve Hümâm (himmetli, azimli)dir. En çirkini de Harp (sallallahu aleyhi ve sellemaş, şiddet) ve Mürre (cimrilik, acı) isimleridir."[4] buyurmuş ve aynı zamanda "Âsiye" (isyan eden) gibi sallallahu aleyhi ve sellemaş ve düşmanlık ifade eden isimleri iptal etmiş yerine "Cemile" (güzel) ismini koymuştur.[5]

Daha sonra süt emzirme ile ilgili hukukî prosedür ve ardından da sütten kesildiğinde çocuğun nafakasının temini ve terbiyesinin deruhde edilmesi meseleleri gelir.

Her yeni doğan çocuk temiz bir fıtrat üzere doğar.[6] Evet âdeta o, yazısız bir kağıt gibidir. Ona her şeyi siz yazacaksınız; ama Allah'ın hoşuna giden hususları yazacaksınız. Bunlar, meleğin değer verdiği, mahşerde geçerli olan, hesapta mizanın sağ kefesine konunca kıymet ifade eden nakışlar olacaktır. Allah'ın hoşnutluğu istikametinde ve peygamber çizgisinde nakışlar..

Anneye-babaya düşen, bu yazı ve nakışları mevsiminde, hem de silinmeyecek şekilde çocuklarının ruhuna yazıp nakşetmektir. Evet çocuk sahibi olan her anne ve baba, günlük hayatlarının bir bölümünü çocuklarının talim ve terbiyesine ayırma mecburiyetindedirler. Talim ve terbiyenin diğer mahfillerini daha sonraki bölümlerde ele alacağız.

Aile, talim ve terbiyede en birinci ocak, en birinci mektep, en birinci okuldur. Anne ve baba talim ve terbiye için ayırdıkları zamanı, evrâd u ezkârlarına ve diğer şahsî vazifelerine mutlaka tercih etmelidirler. Çocukların yetiştirilmesinde, Allah'ın öğretilmesi, onların yaşlarına ve kültür seviyelerine göre Allah'a iman fikrinin kalblerine yerleştirilmesi, anne-babanın maddî-mânevî füyuzat hislerinin önünde geldiği gibi pek çok şahsî vazifenin de önünde gelir. Bu itibarla siz, evinizde âsi-tâği ya da âsiye-tâğiye çocuklarınızı ihmal ederek Kâbe-yi Muazzama'yı ziyarete gitseniz, vazife size arkadan seslenecek ve 'Buradaki ciddî ve ehem vazifeyi bırakmış nereye gidiyorsunuz?' diyecektir.

Ayrıca babası çocuğa dinini diyanetini, okuyup yazmasını, Kur'ân okumasını, hatta biniciliği, yüzmeyi ve devrine göre atıcılığı da öğretmelidir. Beyindeki güç ve kuvveti sadece pazulara has-reden sporları değil, hayat ve sıhhat için faydalı ve yarınlarına mukaddime nevinden her biri kendi sahasında önem arz eden bütün sporları öğretecektir.

Terbiyede Sorumluluk Duygusu

İmamiye kaynaklı bir alıntıyı bu konuya serlevha yapmak istiyoruz. İmâm Zeynu'l-Abidin 'Risaletü'l-Hukuk'unda şu tavsiyelerde bulunuyor:

'Sa'yinin semeresi çocuğunun senden olduğunu, hayrının ve şerrinin de sana raci olacağını bileceksin.'

Hz. Peygamber Aleyhissalâtu Vesselâma vefatından bir süre önce vefat edeceği hissettirilmişti. Bunun üzerine O (sallallahu aleyhi ve sellem), bir gün sahabe topluluğuna, 'Kul, dünya ile ahiret arasında muhayyer bırakıldı da O, ahireti tercih etti.' deyivermişti.. bu işaretle anlatılmak isteneni hemen kavramış olan Hz. Ebu Bekir (ra): 'Anam, babam, sana feda olsun ya Rasûlallah!'[7] demiş ve ağlamıştı.. evet o, kulun Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) olduğunu anlamada gecikmemişti. Bundan başka Allah Rasûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) Veda Haccı esnasındaki bir hutbesinde de yine: 'Yakında beni sizden soracaklar, tebliğ vazifemi yaptım mı, nasıl cevap vereceksiniz?' buyurmuşlardı; buyurmuşlardı, zira O, önemli bir vazife yapmıştı ama, bunu hakkıyla yapıp yapmamış olmanın endişesi içinde bulunuyordu. Böyle bir endişeye mahal olmadığını icraatı haykırıyordu; oradaki bütün gönüller de hep birden haykırdı, koca meydan onunla yankılandı ve her yanda: 'Sen vazifeni yaptın, risaletini tebliğ ettin, sorumluluğunu hakkıyla yerine getirdin.' itirafları duyuldu. O da parmağını yukarıya doğru kaldırdı ve üç kere: 'Allah'ım şahid ol, Allah'ım şahid ol, Allah'ım şahid ol!'[8] dedi.

O, ümmet dairesinde genişliği olan bir sorumluluğu derin bir endişe ile dile getiriyor ve ashabının, şehadetini alıyordu. Şimdi acaba bizler de, kendi sorumluluğumuz altında bulunan ve bakıp görmekle mükellef olduğumuz çocuklarımıza karşı; "yakında beni sizden soracaklar, nasıl cevap verirsiniz?" diyebilecek durumda mıyız? Ya da onlardan, 'vazifenizi yaptınız' cevabını alabileceğimizi ümit edebiliyor muyuz? Değilse vay hâlimize... Onun için büyük İmâm Zeynü'l-Abidin, 'Allah huzurunda sen, onlardan sorguya tabi tutulacaksın.' diyor, sonra da titreyerek, Cenâb-ı Hakk'a yönelerek:

'Allah'ım, çocuklarımın terbiyesi, te'dibi ve onlara iyilik yapmam hususunda bana yardımcı ol!' diyor. Zira bir insanın en mühim, en ciddî meselesi, aile efradını evc-i kemâlât-ı insaniyeye yükselterek onlara ebedî var olmanın hazlarını duyurmaktır.

Bazen çocuğumuza hediyeler alır ve onu sevindirmeye çalışırız. Hatta hacca gidip Kâbe veya Rasûlullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) huzurunda bulunduğumuz zamanlarda dahi onları hep gönlümüzde duyarız. Mukaddes işler, en önemli hizmetler bile onları unutturamaz. Aslında çocuklarımızı en iyi hatırlama şekli, onlara âdâb-ı İslâmiye ve âdâb-ı Muhammedî'yi (sallallahu aleyhi ve sellem) vermek olmalıdır. Ahirette onların, ebedî sevinmesine vesile olan böyle bir armağan ölçüsünde başka bir hediye olmasa gerek. Yine İmamiye menşeli bir hadis-i şerifte Rasûlü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurur:

'Çocuklarınıza ikramda bulunun ve onları en güzel şekilde terbiye edin.'[9] Evet, Rasûlü Ekrem'in (sallallahu aleyhi ve sellem) yolunu ihya istikametinde bir terbiye, çocuğa sunulmuş en büyük armağandır.

Güzel Örnek Olma

Her mümin anne-baba, çocuklarını gayet tabiî olarak Kur'ân-ı Kerim'e göre çerçevelemeye ve resmetmeye çalıştığımız, o en ideal toplumun sıhhatli ve mükemmel bir parçası şeklinde yetiştirmeyi düşünürler. Ne var ki onların bu hisleri, pratik hayatlarına aksetmez ve namaz, hac, oruç, zekat.. gibi ibadetlerle derinleştirilmez ya da daha doğrusu, ağızlarıyla söyledikleri güzel sözler sonradan güzel davranışlarla pekiştirilmezse; pekiştirilip davranışları sözlerinden daha doğru görülmezse; söyledikleri sözlerin tesiri şöyle dursun, bazen aksü'l-amel yapması bile söz konusudur. Sözlerinin çocukların üzerinde nüfuzunu arzu eden bütün babalar ve anneler, söylemek istedikleri şeyleri evvelâ kendileri kemâl-i hassasiyetle yaşamalı, sonra onu başkalarından istemelidirler.

İmâm-ı A'zam'a atfedilen bir menkıbeyi, konumuza ışık tutması bakımından zikredip geçeceğim:

O dönemde bir çocuğa bal dokunuyordur; çocuğa onca 'yeme' tavsiyelerine rağmen, o yine bal yemeye devam eder. Derken bir gün elinden tutup Hz. İmâm'ın huzuruna getirir ve 'Bu çocuk bal yiyor; biz yememesini istememize rağmen o yemeye devam ediyor.' derler. Hz. İmâm: "Götürün, bu çocuğu 40 gün sonra bana getirin." der. Kırk gün sonra yeniden getirilir. İmâm çocuğu karşısına alır ve bal yememesini tavsiye eder. Çocuk kalkarken babasının elini öper ve 'Babacığım, bir daha bal yemeyeceğim.' der. Oradakiler: "Ya İmâm, ilk getirdiğimiz zaman niçin nasihat etmeyip de, bizi kırk gün beklettiniz?" diye sorduklarında, İmâm onlara şöyle cevap verir:

"Siz, çocuğu bana getirdiğiniz gün ben bal yemiştim. Eğer kendi yaptığım bir şeyden onu vazgeçirmeye çalışsaydım ihtimal nasihatim makes bulmayacaktı. Bu kırk gün içinde, ben onu vücudumdan atıp da öyle nasihat etmek istedim."

Doğru sözün yanında doğru hareket çok mühimdir. Çünkü çocuğun nazarında, davranışlarımızla sözlerimiz arasındaki tezat, onun bize olan güvenini sarsar. Hayatta, bir kez olsun yalanınızı ya da davranış ve söz çelişkinizi yakalayan çocuk, bunu zihninde taşıdığı sürece, siz onun nazarında güvenilmez biri olarak kalırsınız. İleride küçük bir hoşnutsuzluk hâsıl eden davranışınızda o husus, şuurüstüne çıkar ve siz evlâdınızın nazarında tiksinti duyulan biri gibi algılanırsınız. Dolayısıyla da sözleriniz onda hiç mi hiç makes bulmaz. Öyleyse, davranışlarımızı öyle ayarlamalıyız ki, onlar bizi evlerinin içinde baba, anne değil de birer melek farz etmeliler. Bizde ciddiyet, bizde vakar, bizde hassasiyet görmeli ve sonuna kadar bize güvenmelidirler. İşte duygu ve düşüncelerin böylesi bir yolla intikalini başaran anne ve babalar en başarılı muallim sayılırlar.


[4] Müsned, 4/345.
[5] Müslim, Âdâb, 14; Ebu Davud, Edeb, 66; Tirmizi; Edeb 62.
[6] Buhari, Cenaiz, 92; Ebu Davud, Sünnet, 17; Tirmizi, Kader, 5.
[7] Müslim, Fedâilu's-sahâbe, 1; Tirmizi, Menâkıb, 15.
[8] Buhari, Fiten, 8; Hac, 132; Müslim, Kaseme, 31.
[9] İbni Mâce, Edep 3.

Nasıl Bir Aile?

Nasıl Bir Aile?
Herhangi bir iş plân safhasında iken ciddiyetle ele alınmaz ve sağlam bir mantığa bağlanmazsa daha sonraki dönemlerde altından kalkamayacağımız problemlere sebebiyet verebilir. Şayet bir bina yaptırırken ihtiyaç ve estetiği ile bir plâna bağlanmamışsa; sonradan "boz-yap"lardan başımızı kaldıramayız.

Aile, cemiyetin en önemli rüknüdür. Bu rüknün sağlamlığı millet ve devletin de sağlamlığı demektir. Öyleyse milletin ve devletin bu temel rüknü kat'iyen projesiz ve plânsız bırakılmamalıdır. Zira bu konuda bir ihmal topyekün millet adına bir ihmal sayılır. Onun için biz aile üzerinde ciddiyetle durulması lazım geldiğine inanıyor ve bunu oldukça önemli görüyoruz.. ve meşrû olmayan bir araya gelmelerden toplumun yara alacağı inancımızı bir kere daha vurgulamak istiyoruz.

Evet hevesler, keyifler, ihtiraslar, kıskançlıklar üzerine bina edilen hedefsiz bir yuva istikbal vadetmeyeceği gibi millet bünyesinde de potansiyel bir olumsuzluk unsuru olarak kalacaktır. Böyle bir yuva ihtimal; sürekli sokak serserisi yetiştirecektir. Zira o kurulurken yümün ve bereket getireceği hesap ve plânıyla kurulmamıştır. Biz bu plâna nikah diyoruz ve nikaha giden yolda nefsânîlik ve heveslerin bir yana bırakılarak mantığın, fikrin ve kalbin hakim olması gerektiğini düşünüyoruz ve yine böyle bir izdivaçta dinî duygu, dinî düşüncenin esas alınmasının çok yararlı olacağına inanıyoruz. Kadın ve erkeğin Allah'la münasebeti yoksa, onlardan meydana gelecek çocukların da şuurlu, hisli, dengeli, düzenli ve sorumluluk duygusu taşıyabileceklerine ihtimal verilemez. Eğer, her şeye rağmen iyi neticeler elde edilirse -ki edilmesi çok zordur- onu da Cenâb-ı Hak'ın fevkalâdeden bir ihsanı sayar ve minnetle iki büklüm oluruz.

Aslında yaşadığımız şu kevn ü fesad içinde her şey, bir sebebe bağlıdır. Sebepleri gözeterek takip ettiğimiz konuları -Allah'ın tevfik ve inayetiyle- çok defa düşündüğümüz tarzda elde edebiliriz. Teşebbüs ve değişik mualecelerimizi, sebepleri görmezlikten gelerek ele aldığımızda sonuç hiç de arzu edilen şekilde olmayabilir. Bu itibarla eğer haybet ve hüsrana düşmek istemiyorsak, her meselede, sebepleri, mukaddimeleri, kemâl-i dikkatle ele alacak, ondan sonra Cenâb-ı Hak'ın lütfuna, inayetine güvenerek sonuçların sıhhatli olmasını da sadece ve sadece O'ndan bekleyeceğiz.. evet, karar verirken Allah'a güven tam olmalı ama bu noktaya kadar da fiilî dua mahiyetindeki davranışlarda, sebeplere tevessülde kusur edilmemelidir. "Esbaba tevessül mâni-i tevekkül değildir." sözü bunu anlatır ve aynı zamanda İslâmî bir kuraldır. Biz aile gibi ciddî bir müessesenin kuruluşunda da bu prensiplere riayet etmenin gerekli olduğuna inanıyoruz.

Ailenin bu şekilde kurulması mevzuu benimsendikten sonra mükemmel nesiller elde etme konusundaki prensipler de bir şey ifade edecektir. Ama meselenin temelinde bir bozukluk varsa, daha sonraki mualecelerin tesiri de o nisbette azalacaktır. Temelinde yümün ve bereket olan bir ailede; yani mazbut kadın, mazbut erkek, müslim kadın, müslim erkek; mümin kadın, mümin erkek; sorumluluklarını yerine getiren kadın ve erkeğin bir araya geldiği bir yuvada her şey yerli yerindedir ve bu yuva cennet köşelerinden bir köşedir. Zannediyorum böyle bir çatı altında meydana gelen o yavruların cıvıl cıvıl bağırıp çağırmaları dahi Allah nezdinde meleğin tesbihi gibi mukaddestir ve dua mesabesindedir.

Kur'ân-ı Kerim, mesut bir toplumu, kadınıyla erkeğiyle ele alırken -ki, yukarıda onun bir-iki mübarek cümlesini iktibas etmiştik- konuyu şöyle resmeder: "Müslüman erkekler, Müslüman kadınlar; mümin erkekler, mümin kadınlar; taate devam eden erkekler, taate devam eden kadınlar; doğru (sözlü) erkekler, doğru (sözlü) kadınlar; sabreden erkekler, sabreden kadınlar; mütevazı erkekler, mütevazı kadınlar; sadaka veren erkekler, sadaka veren kadınlar; oruç tutan erkekler, oruç tutan kadınlar; ırzlarını koruyan erkekler, (ırzlarını) koruyan kadınlar; Allah'ı çok zikreden erkekler, zikreden kadınlar var ya; işte Allah, bunlar için hem bir mağfiret hem de büyük bir mükâfât hazırlamıştır." (Ahzab, 33/35)

Bu erkek ve kadınlar, milletin en küçük hücresi olan ailede mümin ve müslim olarak bir araya gelmiş, Allah'a güvenmiş, gönülden O'na yönelmiş ve Allah maiyetine ermiş, ibadet ü taat içinde hayatlarını geçirmektedirler.

Evet sözlerinde, davranışlarında sadık olan erkekler, sadık olan kadınların ne ağızlarından çıkan sözler davranışlarını yalanlamakta, ne de davranışları ağızlarından çıkan sözlerine ters düşmektedir. Öyle ki onların teşkil ettiği yuvanın içinde hilâf-ı vâki hiçbir şeye rastlanmaz. O evde her şey doğru, olduğu gibi görünmektedir. Dolayısıyla da bir insan, endam aynasının karşısında kendisine çeki düzen verdiği gibi, çocuk da bu evdeki sıdk (doğruluk) tabloları karşısında hep kendisine çeki düzen verecek, hilâf-ı vâki herhangi bir beyana ve ters sayılabilecek herhangi bir davranışa şahit olmayacaktır. O evde meydana gelen her şey doğrudur. Çünkü o evde sâdık ve sâdıkalar vardır.

Sabreden kadınlar, sabreden erkekler, ibadet ü taatin ağırlığına, başlarına gelen musibetlerin amansızlığına karşı dişlerini sıkıp dayananlar, günahlar karşısında kararlı davranıp iffetlerini koruyanlar, masiyete girmeyi cehenneme girmeye eş kabul edenler kullandıkları hâl diliyle, bütün çevrelerinin yanında, çocuklar üzerinde dahi öyle müessir olacaklardır ki, zannediyorum dilleriyle anlatacakları her şey böyle bir beyanın yanında sönük kalacaktır.

İçleri Allah'a karşı saygıyla dolup taşan, her zaman haşyetle tir tir titreyen, ciddî bir hayatın ve müthiş bir âkıbetin kendilerini beklediği düşüncesiyle mükellefiyetlerini en iyi şekilde yaşamaya çalışan, hayatlarının her lâhzasında yolun sonuna erip de, "ahirete gel" davetini bekleyen haşyet ve saygının tüllendiği böyle bir evde çocuğun göreceği şey de hep ciddiyet, vakâr, hassasiyet ve titizlik olacaktır. Böyle bir ailede çocuklar, yüzlerde yumuşak bir endişe ve onu takip eden bir tatlılık, Allah ululuğunun mehâbeti ve cennet ümidinin yüzlerde hâsıl ettiği neşeyi iç içe görecek; rahat fakat temkinli; mutlu ama ufuklu; zevk u sefa içinde fakat istikbalin insanları olarak neş'et edeceklerdir.

Bir evde iyiliğe açık, sadaka veren erkek ve sadaka veren kadın bulunmalıdır; bulunmalıdır ki, çocuklarında cömertlik ruhu gelişebilsin. Evet önce biz cömert olmalıyız ki onlar da olsunlar. Fakir, şöyle bir hadiseye şahit olmuştum: Sürekli kadın, efendisinden, efendi de hanımından gizli sadaka veriyordu. Karşı karşıya geldikleri zaman birbirlerine ne diyor, nasıl düşünüyorlardı bilemem!? Ama bir şey varsa o da bunlardan biri mütesaddık (sadaka veren erkek), öbürü de mütesaddıka (sadaka veren kadın) idi. Bu ailede neş'et edecek çocuklar mütesaddık ve mütesaddıka olmaya namzet idiler.

Allah'ın emrettiği oruç disiplinini yerine getiren kadın ve erkekten meydana gelen aile, bundan da meydana gelen cemiyet ve millet huzur ve emniyetin başka bir buuduna adaydır.

Bütün bu sıfatlarının yanında bu insanlar, ırz ve namuslarını koruma, iffetlerine toz kondurmama konusunda da fevkalâde hassastırlar. Yaşarlarsa dinleri, namusları için yaşarlar. İşte dünya ve ahirette mesut olanlar da bunlardır. Kur'ân-ı Kerim'in kadın ve erkeği müşterek ele alarak, bu iki varlıkla örgülediği yapı, kanaviçesini bulmuşsa yapıların en mukaddesidir. Bu iki rükünden meydana gelen ailede, millî ruh meltemleri esiyorsa, onların evlâtlarında, torunlarında da aynı esintiler hissedilecektir. Bu havanın bütün aile fertlerinde, yani toplumun hücrelerinde devamı nispetinde içtimaî salâh söz konusudur. Aksine bütün beklentiler bir kuruntu olur.

Annenin Yüksek Fazileti

Annenin Yüksek Fazileti 

Anne, bir milleti yetiştiren ailenin en önemli unsurudur. O, İslâm nazarında o kadar mukaddestir ki, Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem): "Cennet, annelerin ayakları altındadır."[1] buyurur.

Öyledir, zira anne bir milleti yoğuran mukaddes bir el ve toplumun ilk hücresini teşkil eden yuvanın da kurucusudur; içinde cıvıl cıvıl çocukların etrafa saadet ve neş'e aksettirdikleri bir yuvanın kurucusu...

Bu yönüyle İslâm, anneye öyle yüce bir pâye verir ki, bunun ötesinde ona yeni pâyeler vermeye kalkışmak, o mukaddes varlığı hoyratlaştırmak onun başındaki zeberced kakmalı tacı alıp yerine cam parçalarıyla süslenmeye çalışılmış bir külah geçirmek gibi olur. Kadını ve erkeği yaratan Allah (cc), onların kâmet-i kıymetlerine göre onları teçhiz buyurmuş ve istidatları açısından da verdiğini vermiştir. Kadın maddeten zayıf ve nahiftir. Kadın hadiselerden daha çabuk etkilenir. İşte bu tabiattaki birini, yaratılışına mülâyim gelen işlerden uzaklaştırarak onun incelik, zerafet ve saygınlığıyla telif edilemeyen işlerde istihdam etmek açıktan açığa ona bir zulümdür.

Aslında kadın dediğimiz bu nazik varlık öyle şeylerle teçhiz edilmiştir ki, o yönüyle erkeğin fersah fersah önündedir. O bir şefkat kahramanıdır; evlâtları uğrunda öyle titrer ki bu konuda erkek onunla yarışamaz. Bu durum sadece insanlık âlemine mahsus da değildir; tavuğun bütün sermayesi kendi hayatı olduğu hâlde, yavrusunu köpeğin ağzından kurtarmak için çok defa kendini feda eder. İşte bütün canlılarda yavrularına karşı, Allah tarafından verilen bu engin şefkat duygusu, anneler için öyle muallâ bir sermayedir ki, bunu onun elinden alıp da ona hangi pâyeyi verirseniz veriniz, Allah'ın verdiğinin yanında çok sönük kalacaktır.

Her şeye mahrûtî bakıp geçtiğimiz bu bölümde, yuvanın nasıl kurulması gerektiği konusunda bir fikir vermeye çalıştık. Akîde, İslâm'ın pratik yönü, eşlerin dini-diyaneti, mesai taksimi, yardımlaşma ve çocukların iyi yetiştirilmesi konuları üzerinde durduk; ve Resûl-i Ekrem'in iftihar edeceği bir ümmet olma gibi hassas konulara vurgulama yapıp geçtik. Önümüzdeki bölümde aile çerçevesi üzerinde durmak istiyoruz.

[1] Aclûni, Keşfü'l-hafâ, 1/335; ayrıca bkz; Nesei, Cihad, 6; İbni Mâce, Cihad, 12.

26 Aralık 2012 Çarşamba

Evlilikte Fıtrat Prensipleri

Evlilikte Fıtrat Prensipleri 

1) Her Hayrın Başı: Bismillah

Bizim ölçülerimiz içinde yuva kurmayı başaran eşler çok mühim bir hadiseyi gerçekleştirmiş sayılırlar. Böyle bir yuva, yerinde bir mâbed, yerinde bir mektep gibi vazife görür ve topyekün bir millete diriliş üfleyen bir 'Beytullah' hizmeti verir. Allah'ın vaz' ettiği prensiplere bağlı bu kabil yuvalar bazen umum bir toplum için DNA vazifesi görmüştür.

Burada bir noktaya daha dikkatinizi çekmek istiyorum. Biz yemek yerken 'Bismillahirrahmanirrahim' deriz. Hatta bunu gönülden söylersek bereket hâsıl olacağına inanırız. İçimizde iyi inanmış olanlar çok defa bu bereketi açıkça da müşahede etmişlerdir.

Keza bizler, çok işlerimizde, şeytanın şerrinden Allah'a sığınır ve Cenâb-ı Hakk'ın bizi korumasını dileriz. En mahrem meselelerimize kadar her hususta bu disiplinlere dikkat ederiz. Böyle bir istiâne ve istiâze sonucu dünyaya gelen çocuklarımızın iyi, salih olacağına ve neticeye şeytanın parmak karıştıramayacağına inanırız.

Bu istiâne ve istiâzeyi yapmayan birinin, küçük gibi görünen böyle bir ihmal sonucu başına öyle gâileler gelir ki, o, nereden geldiğini bilmez ama, onların altında ezilir gider. İnsan, bu konuda hiçbir noktayı ihmal etmemelidir. Yapmakla mükellef olduğu büyük-küçük her şeyi yapmalı, tâbi tutulduğu imtihanın bütün şartlarını yerine getirmeli, dinin kendisine yüklediği sorumlulukları yerine getirirken fevkalâde hassas ve titiz davranarak asla gaflete düşmemelidir.

Bazen bir anlık fütur, tıpkı dümen ve direksiyondaki kimsenin küçük bir gafletinin sebebiyet verdiği bir âkıbeti netice verebilir. Evet mümin, her an Allah'a dayanıp, Allah'a sığınmalıdır. En basit bir muamele gibi görünen nikahta dahi hep bu duygu ile hareket etmelidir. Nikah, Allah adına yapılır, Allah'a bağlanmadan yapılan nikahın bereket getireceği, hayra vesile olacağı düşünülemez. Evet nikah mânevî bir bağdır; kerameti de Allah'la irtibatındadır.

Bu itibarla nikah, Allah adına olacak ki, bereketli olsun. İçinde dua olacak ve Allah'ın vaz' ettiği prensipler çerçevesinde gerçekleşecek hatta mihir söylenecek ki istikbal vaad etsin. Allah (cc) kendi adı anılan nikahı meymûn ve mübarek kılar. Böyle bir nikah, Allah'ın (cc) teminatı altındadır. İhtimal, istikbal vadedicidir ve eşler arası imtizaca da vesiledir.

Günümüzde eşler arası çok sık şekilde boşanma hadiselerine şahit olunmakta ve evliliklerde ciddî bir bereketsizlik, uğursuzluk ve hayırsızlık görülmektedir. İşlerin Allah adına yapılmaması, gelişigüzel ve hedefsiz olması, her şeyin sırf şehevî hislerini tatmin esasına bağlanması ve bütün bütün insanî değerlerin gözardı edilmesi, Batı aile sistemini temelden sarstığı gibi bizi de ırgalamış sayılabilir. Umumî ahval onu göstermektedir. Cenâb-ı Hak'dan inayet ola...

2) Eş Seçme

Evliliğe teşebbüs edecek kimsenin düşüneceği ilk husus, kendi duygu ve düşüncesine uygun bir eş araştırmaktır. Şimdilerde pek çok genç bu hayâtî işi sırf hisleriyle değerlendirmekte ve sokakta, çarşıda, pazarda tanıştığı biriyle hemen yuva kurmaya çalışmaktadır. "Nedir, ne değildir, evlenme ve yuva kurma mantığı nasıldır?.." gibi mülâhazalar gözardı edilerek gerçekleştirilen izdivaçların bir felâket getireceği açıktır. Oysaki, kendileri dışında konuya daha farklı bir gözle bakan, daha başka hesap ve kıstaslarla değerlendiren kimselerin reylerine, görüşlerine müracaat edilebilirdi ve yararlı da olurdu.

Bazen böyle hissî bir mülâhaza ile gerçekleştirilen bir evlilik, cennet köşesi telâkki edilen yuvayı bir cehennem çukuruna çevirebilir. Bildiğimiz, tanıdığımız birçok insan vardır ki bunların dinî salâbeti, aşkı, heyecanı bizce müsellemdir ama, bu mevzudaki münasebetsizlikten ya da bir hesapsızlıktan bütün hâne halkı derin bir bunalım içindedirler ve âdeta kaos yaşamaktadırlar.

Böyle bir ailede, çekişme ve sürtüşmelerin ardı arkası kesilmez. Erkek dinini yaşamak ister, kadın rahatsız olur. Bunun aksi de her zaman söz konusudur. Dolayısıyla da böyle bir ailede kadın ve erkek hiçbir zaman vahdet teşkil edemezler, yuvayı paylaşamazlar, aksine hep farklı kutuplar gibi yaşarlar. Böyle bir ailede birbirine zıt iki çeşit kitap, iki çeşit gazete okunur, iki çeşit hikâye anlatılır, iki çeşit aile toplantısı yapılır. Kadın bir şey ister erkek onu reddeder. Kadın din der, iman der, ahlâk der; erkek bunları kavga vesilesi yapar. Böylece bu ailede dual bir hayat yaşanır; buna da yaşama denecekse!

Bu çarpışma ve boğuşmada çocuklar bazen bir tarafa bağlanır, bazen de bu iki cephe arasında hissiz, duygusuz; cemiyete ve aileye düşman hâle gelirler. Binaenaleyh, erkek veya kadın izdivaca adım atarken, bu konuyu çok iyi düşünmeli, gerekirse tecrübe sahipleriyle istişare etmeli ve tercih sebeplerini çok iyi belirlemelidirler.

Rasûlü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem), konuyla alâkalı şöyle ferman eder: 'Kadın dört şeyden dolayı alınır: "Malı, soyu sopu, güzelliği ve dindarlığı; sen dindar olanını seç ki huzur bulasın."[1]

Din, en önemli bir tercih sebebidir. Şayet biri cemal sahibi, diğeri de orta güzellikte ama dinî duygusu mükemmel iki aday söz konusu olursa, ahlâkî ve dinî fâikiyet tercih sebebi olmalıdır. Evet aile hayatı, sadece dünyaya ait bir hayat değildir; o evlâtlarla, torunlarla devam eden ve ahirette de beraberliği söz konusu olan bir hayattır. Aslında iyi bir yuva, dünyada cennet köşelerinden bir köşe olabilecekken, bazı yanlışlıklardan ötürü kabre çevrilmiş ve tabiî ötelerin mutluluğuna götüren yolları da yıkıp harap etmiştir.

Bu itibarla, müstakbel eşin dinî düşüncesine, ameline, özellikle de akîdesine mutlaka dikkat edilmelidir. Akîde hususunda bir yanlışlığı, bir inhirafı olan erkeğe kızını veren bir kimse, meydana gelecek bütün olumsuzluklardan mes'ul sayılır. Aynı durum erkek için de söz konusudur. Hatta, erkeğin ciddî bir akîde problemi varsa, mesele temelden olumsuz demektir; zira nikahın geçerli olmasında iman temel bir rükündür. Allah'a inanmayan, dinî emirleri hafife alan bir insanın ciddî bir 'iman' problemi vardır. Dolayısıyla da nikah akdinin varlığı için en önemli bir unsur yok demektir.

Sadece makam, mevki, mansıp, şöhret, para, maaş mülâhazalarına bağlanarak gerçekleştirilen bir izdivacın dini de diyaneti de hafife aldığı açıktır.. ve böyleleri kazanma kuşağında kaybetmişlerdir. Bir kere izdivaçta öncelikle aranan husus dinî vasıftır. Dinin temeli akîdedir. Akîdesi olmayan bir kimseyle izdivaç hiçbir zaman gerçek mânâsı ile bir izdivaç değildir; o, sadece bir araya gelmedir.

Bu tespitlerimiz elbette ki dindarlar ve dinin kanunlarını, kıstaslarını kabul edenler içindir. Şunu bir kere daha belirtmeliyim ki, izdivaç, dünyevî-uhrevî mutluluğun çok önemli bir dayanağıdır; böyle ciddî bir konuda yanlış yapan her iki dünyasını da karartmış olur.

Her şeyden evvel çevrenizi, dinî duygularla iyi beslenememiş çoluk-çocuk, evlâd-ı iyal sarmış ise, zaten işe vaziyet etmeniz çok müşkül olacaktır. Bir inayet eli, harikulâde kabilinden imdadınıza yetişir, sizin ihmallerinize, yanlışlarınıza terettüp eden çarpıklıkları düzeltirse ona, "Allah'ın inayeti" der ve devamını dileriz. Ne var ki, bu her zaman da böyle olmayabilir...

3) İyi Evlât Yetiştirme

Anne ve baba, iyi evlât yetiştirme konusunda mutlaka mutabakat sağlamalıdırlar. Çocuk yetiştirme kabiliyet ve istidatı olmayan, olsa da sorumluluk yüklenmeyen bir anne ve onların hiçbir problemiyle meşgul olmayan bir babanın vesayetindeki çocuklar anne ve babaları olsa da yetimdirler.

Allah'ın, şefkat, merhamet, incelik ve hassasiyetle donattığı, donatıp çocuklarını yetiştirme konusunu tabiatının bir derinliği haline getirdiği anne, ruhundaki bu potansiyeli mutlaka onları hakikî insanlığa yükseltme istikametinde kullanmalıdır. Zaten o fıtratı itibarıyla bir muallime, bir mürebbiye ve bir mürşidedir. Onun en önemli vazifesi çocuğunu yetiştirme olmalıdır. 'Allah, anne ile çocuğunun arasını ayıranı kıyamet gününde sevdiklerinden ayırır.'[2] hadisi de annenin çocuk terbiyesindeki müstesna rolünü gayet net bir şekilde ortaya koymaktadır.

Anne, donanımının gereğini yerine getirirken baba da hilkat ve konumunun icabı daima temkinli, dirayetli, kiyasetli ve dikkatli olması gerekmektedir. O siyasetle, memuriyetle, ticaretle, ziraatle vb. işlerle meşgul olur ve biraz da tabiatının gereği ailedeki ayrı bir boşluğu doldurur. Evet o, gücü, mukavemeti ve farklı yapısıyla ayrı işlere namzettir. Zaten kadimden beri o hep hususî bir sorumluluğun insanı olagelmiştir. Ormandan ağaç kesmeden alın da, saban sürmeye; arpa, buğday ekip biçmeden inşaatlardaki ya da fabrikalardaki bütün ağır işlere kadar her şey ona bağlı devam edegelmiştir. Böyle ağır işlere, bedeniyle, iradesiyle mukavemet edebilecek erkek bence yerini korumalı, kadın işleriyle kadınlaşmamalı ve kadını da takatini aşkın ağır işlerle uğraştırmamalıdır.

Ayrıca erkek, bir mukavemet âbidesidir ama, bir şefkat kahramanı değildir. Şefkat, annenin en önemli derinliğidir; o, dokuz ay karnında gezdirir çocuğunu. Dünyaya getirir yüz zahmetiyle, bakar büyütür bin meşakkatiyle. Gece inlediği zaman hemen kalkıp imdadına koşar.. ağladığında da bağrına basar. Tabiatından kaynaklanan bir iştiyak ve insiyakla onu yaşatmak için yaşar. İşte bir tarafta kadın diğer tarafta da erkek, teşkil ettikleri aile vahdetiyle cennet saraylarını hatırlatan öyle bir yuva kurarlar ki bu yuvanın çehresinde öteleri temâşâ edebilirler.

Batıda erkek bir dairede, kadın da bir dairede çalışır. Bu durumda çocuklar ya başkasının yanında ya da çocuk kreşlerindedir.. evet erkek ve kadın da çalışınca, çocuklar belli ölçüde de olsa yalnızlığa, sahipsizliğe terk edilirler. Sonra bu insanlar kendi kendilerine şöyle teselli olurlar: 'Orada çok şefkatli, bilgili kimseler var. Çocuklara bizden daha iyi bakıyorlar.' Oysaki çocuğun, bütün bunların ötesinde istediği daha başka şeyler vardır.

Kreşte çocuğun elbisesini yıkayabilirler.. yemeğini vaktinde yedirebilirler, teneffüs etmek istediğinde dışarıya çıkarıp gezdirebilir ya da lunaparklarda elinden tutup dolaştırabilirler; ama bunu yapanlar hiçbir zaman çocuğun annesi, babası olamaz, onun en çok muhtaç olduğu şefkati ona veremezler. Şefkat, çocuğun, annesinin yüzünde okuduğu, sinesinde bulduğu, babasının kucağında hissettiği cibilli alâkadır. Bunu vermedikleri takdirde onu başka hiçbir fanteziyle tatmin edemezler.

Böyle eğitim yuvaları veya kreşlere terk edilen çocuklar bir yana, çıraklık devresinde bir ustaya veya kalfaya teslim edilen çocukları ele alalım; eğer bu usta ve kalfa şefkatten uzak ve biraz da haşin ise, mütemadiyen huşûnet gören bu çocuklar, zamanla öylesine duygusuz, öylesine katı ve öylesine merhametsiz yetişirler ki; yabancılar şöyle dursun, annelerine babalarına karşı dahi kaba davranmadan geri durmazlar. Böyle sert insanların, çıraklık devresinde, o masum çocukların mülayim ruhlarında icra ettiği menfi tesir bu ölçüde olumsuz neticeler tevlid ederse, daha dünyaya gelir gelmez götürüp yabancı kucaklara teslim ettiğimiz çocukların, o yabancı nazarlar altında ne hâl alacaklarını kestirmek zor olmasa gerek.

Her zaman kendisini bize Rahmân ve Rahîm olarak tanıtan, Kur'ân-ı Kerim'de tam yüz on dört defa "Bismillahirrahmanirrahim" kelâm-ı mübecceli içinde Rahmâniyet ve Rahîmiyetini anlatan Allah (cc), bu mübarek isim ve sıfatlarıyla annede tecelli etmiş gibidir. Evet Allah'ın (cc) Rahmâniyet ve Rahîmiyetiyle bir hâneye tecellisini, annenin binbir ihtimamla çocuklarının üzerine eğilmesi ve onları görüp gözetmesi şeklinde mütalâa edebiliriz. Böyle bir mazhariyetin dünyada hiçbir şeyle değiştirilemeyecek kadar yüce olduğunda şüphe yoktur.

Bir dönemde üniversitede eğitim gören, hatta yüksek lisans ve doktora yapan, ama terör odaklarının eline düşmüş bazı gençler oldu ve anneyi babayı ağlatan, onların ciğerini dağlayan merhametsiz, duygusuz nesiller yetişti; ancak bunlar birer istisna idi ve okumanın, okutmanın aleyhinde delil teşkil edecek şeyler değildi. Kimse evlâdını, bir kurşunla vurulsun ya da toplumun huzurunu kaçırsın diye yetiştirmez; yetiştirmez ama bazen onların hiç beklenmedik cereyanlara kapılıp gitmelerini de önleyemez. İşte ister böyle sürpriz olumsuzluklar, ister muhtemel tehlikeler karşısında anne-baba her zaman yuvayı bir koruyucu sera gibi kullanmalı, çocuklarının ahlâkî eğitimlerini öncelikli hedef yapmalı ve çocuklarının zâyi olmasına fırsat vermemelidirler.

Sonuç olarak diyebiliriz ki, anne-baba, hisli, şuurlu, vatanına milletine, dinine sımsıkı bağlı bir neslin yetişmesi için gerekli olan her şeyi yapmalı ve onun aklî, kalbî, hissî, mantıkî boşluk yaşamasına fırsat vermemelidirler. Şayet anne-baba dindar, Kur'ân'a bağlı, İslâm'ı bilen kimseler ise çocuklar da -İnşaallahu Tealâ- şuurlu yetişecek ve milletlerinin ikbal yıldızını parlatacaklardır.

[1] Buhari, Nikah 15; Ebu Davud, Nikah 2; Nesei, Nikah, 13; İbni Mâce, Nikah, 6.
[2] Hâkim, Müstedrek, 2/55.

Evliliğin Gayesi

Evliliğin Gayesi
 
Aile, bazı yazarların anladığı gibi bir çocuk yapma fabrikası değildir; o, toplumun en hayâtî bir parçası ve milletin de ilk nüvesidir. Dolayısıyla da o, ne bir kuluçka makinesi, ne de cismânî arzuların tatmin vasıtasıdır. O, kutsal bir müessesedir. Kutsiyetin en belirgin çizgisi de nikahtır. Belli prensipler çerçevesinde, meşrû bir akitle çiftlerin bir araya gelmesine nikah denir ki; bu hedefi, gayesi belli bir anlaşmadır. Allah, nikah prensipleri için olmayan bir araya gelmelere "sifah" ve "zina" nazarıyla bakar.

Din, "nikah" adı altında böyle bir meşrû birleşmeyi iyi bir milletin temeli, rüknü, esası kabul eder. Ancak, meşrû birleşmeler bile bir gayeye bağlıdırlar. Maksatsız, gayesiz, gelişigüzel evlilikler meşrû sınırları zorlayacağından bir Müslüman bu konuda oldukça hassastır. Evet, izdivaçtaki hedef, Allah'ı hoşnut ve Resûlullah'ı memnun edecek bir neslin yetiştirilmesi olmalıdır.

Hedefi ve gayesi olmayan izdivaçlar, niyetsiz ameller gibi bereketsizdirler. Gaye olmayınca bazen dinine-diyanetine bakılmadan hiç tanınmayan birisiyle sırf boyuna posuna bakılarak evliliğe benzeyen bir araya gelmeler uhrevî derinliğinin olmaması yanında çok defa imtizaçsızlıklar ve geçimsizliklerle sonuçlanır. Hele bir de, Kur'ân'a inanan ve inanmayan, Resûlullah'ı (sallallahu aleyhi ve sellem) tanıyan ve tanımayan iki kişi bir araya gelmişse.. evet, aileler arasında inanma ve inanmama açısından zıt düşünceler söz konusu ise, dinî, fikrî sürtüşmeler kaçınılmaz olur ve telâfisi imkânsız uyuşmazlıklar baş gösterir.

"Gayeli izdivaç", enine-boyuna düşünülerek, hissin yanında aklî-mantıkî olan izdivaçtır. Ve evlenmede "maksat" düşünülerek hareket edildiğinden ailede huzur vardır. Neticesi düşünülmeden ve bir gaye gözetilmeden yapılan evliliklerin neticesinde ise, değişik sıkıntılar söz konusudur. Böyle bir yuvada, aile fertleri sürekli huzursuzluk yaşarlar.

Din, bir taraftan evlenmeyi meşrû kılıp onu teşvik ederken diğer taraftan da meseleyi gaye ile sınırlandırmaktadır. Zaten insanın her işinde ve davranışında bir gaye olmalıdır ki, teşebbüs ve atılımlarında da kararlı olabilsin ve o hedefe ulaşmaya çalışsın. Şayet o bir gaye gözetmiyorsa, mesaisini de tanzim edemez ve hiçbir zaman hedefe ulaşamaz. Buna "metod", "usûl" ya da gayeyi nazara almanız itibarıyla "finalite" de diyebilirsiniz. Şu bir gerçektir ki, hareket ve davranışlarımızda gaye gözetmiyorsak, başarı şansımızı da büyük ölçüde kaybetmiş sayılırız.

Yuvanın Önemi

Yuvanın Önemi

Bir millet ve bir toplumun mükemmeliyeti aileden, eşlerin el ele verip kurdukları yuvadan başlar. Bu itibarla terbiye, yuvadan başlamalı ki kalıcı olsun. Yuva terbiye esasları üzerine kurulamamışsa, cemiyetin terbiyeli olması da düşünülemez. Hatta kusursuz bir talim ve terbiye politikası ideal insan yetiştirmede çok önemli olsa da, yuva, verdiği ve vereceği şeyler açısından hep önemini koruyacaktır.

Yuvada ve hususiyle de, şuuraltı beslenme döneminde iyi beslenebilmiş dimağlar, ciddî muhalif rüzgârlara maruz kalmazlarsa, ileride bazı küçük tembihlerle şuuraltı müktesebatlarının kahramanları olarak karşımıza çıkıp bizi şaşırtabilirler. Evet yuvada başarı, umum hayatta başarının ilk merhalesidir.. ve bu merhale de sağlıklı bir izdivaca bağlıdır.

25 Aralık 2012 Salı

Aile Terbiyesi


Aile Terbiyesi

Herkesin mutlaka üzerinde durup düşünmesi çok elzem olan bu hususlara; "Umûmî ahval hakkında kanaatiniz nedir? Etrafınızda cereyan eden hadiseleri nasıl değerlendiriyorsunuz? Kabul etmediğiniz gayr-i ahlâkî davranışlara karşı tavrınız nedir? Ahlâkî problemlerin çözümü konusunda ne düşünüyorsunuz?" gibi sorularla dikkatleri çekmeye çalışmıştık.

Dünyanın mevcut durumundan memnun değilsek, bazı olumsuzluklar içimize bir mızrak gibi saplanıyorsa; bu ortamı hazırlayan, sonra da bütün bu şeylere vaziyet eden kimselerden hoşnut değilsek; çare ve önerilerimiz nelerdir? Evet bütün bunları bilmemizde zaruret var.

İnanan insanlar, namaz kılmamayı ve onu hafife almayı, oruç tutmamayı ve onu sıkıntılı bulmayı, sokaklarda avare gezmeyi ve şuna-buna dalaşmayı -bazıları bunları hürriyetin gereği görseler de- lâahlâkilik saymaktadırlar. Binaenaleyh biz Kur'ân-ı Kerim'in ışığı altında ve onun prensipleri çerçevesinde analiz ederek ahlâkı, ahlâksızlığı; terbiyeyi ve ondan ne anladığımızı ortaya koymaya çalışacağız.

Ahlâkın en önemli esası inanç ve akîdedir. Ancak her şey, sadece akîdeden ibaret de değildir. Akîde eğer pratik hayatla, yani amelî aktivite ile takviye edilmez ve insan, inandığı şeylere göre bir çizgi takip etmezse, o inanç sadece bir kanaat olarak kalır. Bu durum, ferdin ne şahsî hayatında ne de ailevî ve içtimaî hayatında etkili olmadığı gibi yönlendirici de olamaz. Gerçi iman bir ışık ve kuvvet kaynağı, imansızlık bir zaaf, bir boşluktur ama, hakikî iman, gücünü amelle ortaya koyar. İnanmamış bir insanın toplumuna faydalı olduğu görülmemiştir; faydalı olanlar da o kadar nadirdir ki, sayıları parmakla gösterilebilecek kadar azdır. Meselâ, biri inanmaz ama, iffetlidir. Temel kıstaslarımız açısından böyle zatlar faziletli sayılır mı sayılmaz mı bilemeyeceğim. Çünkü gerçek fazilet, imana ve muhasebe duygusuna dayalı olan fazilettir. Evet Allah'a, ahirete, kitaplara, haşre ve neşre, Cennet ve Cehenneme iman, hayatımızı biçime koyan ve ona melekler seviyesinde bir şekil veren, sonra düzenli yaşamamızı temin eden çok önemli unsurlardır.

İnanılan bu hususların gereğini yerine getirmek çok hayâtîdir. Ahiret, dünyada var oluşun hesabını vermenin mahkemesi, burada bizi insan olarak yaratan ve en mükemmel biçime koyan Allah'a şükredip etmediğimizin hesap mahallidir. Dünyada yığın yığın zalim, nankör ve Cenâb-ı Hakk'ı anlamamada, O'nun gözler önüne serip teşhir ettiği sanatlarını görmeme hususunda ısrar eden, hatta gözlerini kapayıp görülecek onca güzelliği görmezlikten gelen; binlerce renk, ses, desen, şive, nizam ve ahenge rağmen bir hayli körler, sağırlar, kalbsizler de var.. Allah, işte hem bunlar için hem de inananlar için haşr u neşir yapacak, cennetini, cehennemini hazırlayacak; iyi, faziletli, kalbî ve ruhî hayata açık, maâliyâta (yüceliklere) müştak hislerle yaşayan insanları, hesapları görüldükten sonra, bu dünyada nasıl "a'lâ-yı illiyyîn-i insaniyet"e çıkmış, mükemmel, faziletli kimseler olarak yaşamışlarsa, ahirette de faziletli insanlara vadedilen cennetlerle serfiraz kılacaktır.

Evet mümin, işte bunları düşünen ve hayatını ona göre tanzim eden insan demektir. Bu itibarla evvelâ, hem fertte hem de cemiyette akîde 'inanç' çok sağlam olmalıdır ki, saptıran değişik hisler karşısında imanın gücüyle istikamet korunabilsin. Bazen inanıyor bazen inanmıyor görünen fertlerin teşkil edecekleri ailede de, toplumda da hayır yoktur. Böyle bir cemiyette ve onların teşkil edeceği millette de hayır yoktur. İnsanlar evvelâ çok iyi inanmalıdırlar ki; dahası, yarına çıkacağına inancından daha kat'î bir şekilde dünyanın yarını olan ahirete gidileceğine de inanmalıdırlar ki, Allah'a yakın, topluma da yararlı birer unsur hâline gelebilsinler.

Evet hemen her ferdin, çalışmadığı zaman aç kalacağı endişesini taşıdığı kadar; amel etmediği, iş yapmadığı ve pratikte inancını yaşamadığı zaman Allah'ın huzurunda ağır bir sorguya çekileceğine inanacak kadar sağlam bir akîdeye sahip olması çok önemlidir. Böyle bir imana sahip olan fert, bu kanaatin meydana getireceği bir kuvve-i anilmerkeziye (merkezkaç kuvveti) ile salih amellere yönelecek ve yüzünün akı ile Allah'ın huzuruna çıkabilmek için yerlere yüz sürecektir.

Böyle fertlerden meydana gelen aileler konusunu ayrı bir bölümde; ailenin çeşitli yönlerini, aile içinde yetişecek gençlerin, delikanlıların, küçüklerin, daha küçüklerin nasıl ahlâk-ı âliye-i İslâmiyeyle mütehallık kılınmaları gerektiğini Kur'ân-ı Kerim'den âyetler ve sünnetten bazı hadislerin ışığı altında ileride ele alacağız.

Evlât ve mal dünyanın süsü, ziynetidir.[1] Değerlendirilebilirse, ahiretin de zâd-u zahîresidir. Allah (cc), insanların gönüllerini bunlarla sevince, sürura ulaştırır. Bunları göze ziynet, kalbe gıda yapar. İnsan bu ziynetleri gördükçe, pratikte dünya mutluluğunu, ümitlerinde de ötelerin saadetini duyabilir. Ne var ki siz bu ziynetleri eğer bâkîleştiremezseniz, mutlu olamazsınız; olsanız da buruk yaşarsınız.. evet evlâdınız, torununuz, dünyanız sizi rahatsız edebilir. Aksine fâni ve zâil olan bu şeyleri bâkileştirip kâinatın Yaratıcısı adına bakıp gördüğünüz, O'nun yolunda ve O'nun istediği istikamette kullandığınız ve geliştirdiğiniz zaman, son zannedilen her noktanın bir başlangıç olduğunu göreceksiniz. Dünya hayatının hitâma erip kapanmasıyla biten bütün fâni ve zâil ziynet, debdebe, ihtişam öbür âlemin açılmasıyla en mükemmel şekle bürünerek orada da devam edecektir.

[1] Bknz; Kehf, 18/46

Yüksek Ahlâk

Yüksek Ahlâk

Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurur: "Ben ancak, mekârim-i ahlâkı tamamlamak üzere gönderildim."[1] Üzerimizde Hakk'ın nâmütenahî nimetleri, bizim de inkişaf ettirme durumunda olduğumuz kabiliyetlerimiz var. Evet biz Mele-i A'lâ'nın sakinleri arasında yerimizi alabilecek şekilde kabiliyetlerle techiz edilmiş bulunuyoruz. O sonsuzdan gelen lütufların kadrini bilmek O'na karşı tazimin, bunca potansiyel imkânlarla donatılan şahsımıza karşı da saygılı olmanın gereğidir. İlahi kitaplar bu mesajın sesi-soluğu, nebiler bu gerçeğin en doğru temsilcileri, o altın zincirin son halkası ise bu hakikatın en parlak burhanı ve ahlâk-ı âliyenin en müstesna sultanıdır.
Kur'ân-ı Kerim, Kalem sûresinde, "Her hâlde Sen, ahlâkın —Kur'ân buudlu, ulûhiyet eksenli olması itibarıyla— ihatası imkânsız, idraki nâkabil en yücesi üzeresin." (Kalem, 68/4) Şuarâ sûresinde de: "Bu, senden evvel gelen peygamberlerin ahlâkıdır." (Şuarâ, 26/137) buyurularak, O'nun bu derinliğine ve enginliğine işaret edilmiştir.
[1] Muvatta, Hüsnü'l-huluk, 1.

Plânlı ve Prensipli Yaşama

Plânlı ve Prensipli Yaşama
Daha baştan hayatımızı bir 'prensipler' mecmuası olarak takdir ve tayin edebilme ve ona göre yaşayabilme çok önemlidir. Evet 'Benim bu yılım şöyle, gelecek yılım böyle, daha sonraki yılım da şu şekilde plânlanmıştır.' diyebilmeliyiz.
Bunu diyebildiğimiz takdirde, hep tasarladığımız ve projelendirdiğimiz bir kısım malumlarla yüz yüze gelecek, rahatlıkla karar verecek ve kat'iyen şaşkınlığa düşmeyeceğizdir. Ama eğer geleceğiniz adına bir kısım karar ve prensipleriniz yoksa; yarından itibaren, şaşkınlık içinde bir kısım meçhullere sürüklenmeye hazır olmalısınız. Şöyle bir, bu yığın yığın meçhullerin birden üzerinize geldiğini düşünün; ihtimal ellerinizi dizlerinize vuracak ve eseflerle inleyeceksinizdir. Öyleyse bütün bunlar meydana gelmeden evvel mutlaka verilmiş bir kararınız olmalıdır.
Şimdi bütün bunların üzerine çıkarak birbuçuk milyar İslâm âleminin durumuna bakmalıyız. Babaların yandığı aynı ocakta ve alevleri göklere yükselen aynı ateş içinde, evlâdın, ahfadın da yandığını, biri yanarken öbürünün, olabildiğine bir umursamazlık içinde olduğunu görüyoruz. Aynı çamurun içine göz göre göre bir millet ya da milletler batarken, arkadan gelenler de tıpkı bir yığın gibi, hiç mi hiç sağına-soluna bakmadan yürüyüp aynı bataklığa batmakta, sefalete yürümekte ve hafızalarda sevimsiz bir hatıra olarak kalmakta.
Rasûlü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem), o mu'cizbeyan ifadesi ile bizi ikaz sadedinde yukarıda da geçtiği gibi şöyle buyurur:
"Sizden evvelkilerin yolunu adım adım, karış karış, arşın arşın takip edeceksiniz."[1]
Onun bu ifadesinden, "Vaziyet alın, dikkat edin, mayınlı tarlada yürür gibi yürüyün; her an bir infilakla yüz yüze geleceğiniz endişesiyle hep temkinli olun!" ikazını çıkarmak mümkündür.
Merhum Âkif'in, âlem-i İslâm'ın tasviri adına şu dokunaklı mısralarını kaydedip geçelim.
"Hayâ sıyrılmış inmiş: Öyle yüzsüzlük ki her yerde...
Ne çirkin yüzler örtermiş meğer bir incecik perde!
Vefa yok, ahde hürmet hiç, emanet lâfz-ı bî medlûl;
Yalan râiç, hıyânet mültezem her yerde, hak meçhul.
Yürekler merhametsiz, duygular süflî, emeller hâr;
Nazarlardan taşan mânâ ibâdullahı istihkâr.
Beyinler ürperir ya Rab, ne korkunç inkılâb olmuş:
Ne din kalmış, ne iman, din harab, iman türab olmuş!
Mefahir kaynasın gitsin de, vicdanlar kesilsin lâl...
Bu izmihlal-i ahlâkî yürürken, kalmaz istiklâl!"
Sadece bir yerde değil, her yerde kargaşa ve izmihlâl ahlâkı. Öyle ki bundan tedirgin olanlar bile, onun radyoaktif tesiriyle hissizleşmiş, duygusuzlaşmış gibi olup bitenlerden âdeta habersiz...
[1] Buhari, İ'tisam, 14; Enbiya, 50; Müslim, İlim, 6.

Ahlâkî Prensipler

Ahlâkî Prensipler
Neyi iyi, neyi kötü görüyoruz? Çocuklarımızın nasıl yetiştirilmesini düşünüyoruz? Bu konuda gerçekleştirmeyi tasarladığımız bir plân ve proje var mı?
Oğlumuzun nasıl yetişmesini düşünüyoruz? "Ben çocuğumu şöyle görmek istiyorum." deyip sonra da bunu tahakkuk ettirmek için ne yapıyoruz? Gece geç vakitlere kadar şurada-burada vakit geçirmesine nasıl bakıyoruz? Ve hangi saatte eve gelirse gelsin kapımızı açacak ve sinemize basacak mıyız?
Neyi, nereye kadar kabul ediyor; neye ahlâk diyor, neye ahlâkın dışı diyebiliyoruz? Nelere iyi, nelere kötü nazarıyla bakabiliyoruz?
Çocuklarımıza nereye kadar müsaade edeceğiz? Kılık ve kıyafetlerine karışma mevzuunda bir prensibimiz olacak mı?
Olanlardan hoşnut değilsek şu ana kadar neler düşündük? Başvurduğumuz bir çare oldu mu? Çare arama yolunda ne kadar kapı çaldık, kaç mütehassısa başvurduk, kaç damla gözyaşı döktük? Bu konu bizi bir yakınımızı, bir komşumuzu ya da milletimizi alâkadar edebilir; ancak bütün bu konularda gerçekten bir çözüm arayışı içerisinde olduk mu?
Bu mevzuda bir hesabımız, bir plânımız yoksa, demek ki biz de Rasûlü Ekrem'in (sallallahu aleyhi ve sellem) hadis-i şeriflerinde ifade buyurdukları gibi adım adım, karış karış, arşın arşın bizden evvelkilerin izine takılmış, onlara uymuş ve aynı gayyalara sürüklenmişiz demektir. Aslında bütün bunların temelinde Allah'ı, Rasûlü Ekrem'i (sallallahu aleyhi ve sellem) ve Kur'ân'ın prensiplerini bir yana itip heva ve hevesimize kulluk etme vardır.
Bugün hemen hepimizin, az çok müşteki olduğu bir evlâdı vardır. Acaba onun bir kısım zikzakları karşısında ne düşünürüz? Sadece düşünebilmek bile çok mühimdir. Evet şöyle-böyle mutlaka düşünmemiz gerekiyor. Kendimize dönerek: "Hakikaten biz bu mevzuda ne yapabiliriz?" sorusu üzerinde durmamız gerekiyor. Tabiî kendimizi de; acaba biz müsamahalı, haşin, yoksa vurdum duymaz birisi miyiz? Evimizde olup bitenleri bir ölü hissizliği, sessizliği içinde seyretmekle mi yetiniyoruz, yoksa her gün evde bir çözüm arayışında mıyız?
Bu soruları daha da çoğaltabiliriz. Meselâ; bir kayyim gibi çocuğumuzun arkasına takılıp, onun arkadaşlık kurduğu kimseleri tanıma gayreti gösteriyor muyuz? Her zaman ona iyi bir vasat hazırlayabiliyor muyuz? Bugüne kadar onu ne tür arkadaşlarla tanıştırdık? Biz tanıştırmadıksa o kimlerle gezip tozuyor? Sadece okula kaydettirmek veya muallime teslim etmek ya da bir Kur'ân kursuna yerleştirmek yeterli midir? Hatta sadece camiyi göstermek, imamla tanıştırmak yeterli midir?
Bu iç içe soruların, bu sorulara cevap aramanın yanında, kendi hayatımızın düzeni, derinliği, içtenliği, kararlılığı ve bize ait albenisi de çok önemlidir.

24 Aralık 2012 Pazartesi

Başka Milletleri Taklit

Başka Milletleri Taklit

Ahlâkî çözülme sebebiyle yıkılan milletlerin durumu ile alâkalı Rasûlü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) ümmetini uyararak şöyle buyurmuştur: "Sizden evvelkilerin yolunu adım adım, karış karış, arşın arşın takip edeceksiniz."[1] buyururlar.
Ahlâkta çöküntü yaşayan toplumların yıkılışlarında, dünyaya aldanma, beden-ruh dengesini kuramama ve kendini ayarlayamama gibi plânsızlıklar söz konusudur. Maalesef bu arıza, tâ tarihin derinliklerinde başlamış, çağlar boyu nesilden nesile intikal etmiş; daha sonra bütün bu mesâviyi batı tevârüs etmiş ve biraz medeniyet fantezileriyle süsleyerek kendi mukallitlerine intikal ettirmiştir. Bu açıdan, yukarıdaki hadis-i şerif, oldukça mu'cizbeyan sayılır. Evet vahy-i gayr-i metluv olarak Allah Rasûlü'ne (sallallahu aleyhi ve sellem) ilham edilmiş, o da bunun kelime kalıplarını belirlemiştir.
Burada, ayrı bir noktaya daha temas etmeden geçemeyeceğim: Bazı ülkelere ve bu ülkelerin insanlarına baktığımızda, maddî imkânlar noktasında bunları mesut-müreffeh görür ve bütün problemlerini aştıklarını sanırız. Hâlbuki batılı insan her zaman huzursuzdur ve saadet aramaktadır; ama bir türlü bulamamaktadır. Bir kere, batıda intihar oranı başka yerlere nisbeten oldukça yüksektir. Erkek ya da kadın olsun, insanları intihar eden bir milletin mesut olması düşünülemez.
Rabat'ta "Ailenin Tanzimi" adı altında İslâm'da aile mevzuuyla alâkalı bir konferansta Amerika'daki boşanma oranının % 40 olduğu belirtiliyordu. Bugün bu rakamlar daha da artmış olabilir. Dünyada, dejenere olmuş milletler içinde en dengeli görünen Amerika'dır. Belli konularda duyarlı olduğu için batının erâcifine tam girmemiş sayılabilir. Bununla beraber, orada da durum bu merkezdedir.

Milletlerin Yıkılış Sebepleri

Milletlerin Yıkılış Sebepleri
Geçmiş medeniyetlere bir göz atıldığında, hemen hepsinin çöküşü, İrem barajına musallat olan fare gibi, ahlâkî bir kemiriciye bağlanabilir. Ahlâksızlıkla sessiz sessiz toplum değerlerinin altı oyulurken bazen hiçbir şey hissedilmeyebilir. Hissedilince de iş işten geçmiş olur; tıpkı çok duyarlı olduğumuz noktalara metastaz yapacağı ana kadar kanseri fark edemediğimiz gibi.. öyle ki çok defa onu fark ettiğimiz an, ötelere yolculuk da başlamış olur.
Ferdî bünyede kanser ne ise, milletlerin hayatında da ahlâksızlık aynı şeydir. Başta devleti idare edenler, sonra da aile reisleri, maarifçiler ve topyekün millet böyle bir ahlâkî çözülüşe karşı gafilse, topyekün millet gümbür gümbür yıkılır gider de, bunları ihtimal millî kıyametin tarrakaları bile uyarmaz. Kimbilir belki de bazıları, hayat buymuş diye, enkaz içinde barınan varlıklar gibi onu da tabiî kabul ederler.
Evet, tarih boyu, yıkılışların temelindeki sebeplere inildiğinde genel olarak şunlar görülür: Gençlerin bohemleşmesi ve bu serâzâd ruhlarda behîmî hislerin yaşanma arzusu ve şehevânî duygulara inhimak.. toplumun dünyayı esas maksat yapıp, ahireti unutması, Allah'tan uzaklaşıp Kur'ân'a sırt çevirmesi.. yüreklerden mehâfet ve mehâbet hissinin silinip her şeyin cismâniyete incirar ettirilmesi...
Osmanlı'ya kadar pek çok devletin yıkılışında bu unsurların hemen hepsi söz konusudur. Mânevî boşlukların hâsıl ettiği buhranların üzerine onları iyice azdıracak dünyeviliklerle gidilmiştir; gidilmiş ve bir fasit daire içine girilmiştir. Oysaki, dert; milletin mâneviyatını kaybetmesi, Kur'ân ve İslâm esaslarından uzaklaşması ve Allah'ı unutmasından kaynaklanıyordu. Derd-i derûnuna derman arayanlara dert kaynağından derman sunuluyordu. Oysaki, insanın bir yanını madde-dünya teşkil ediyorsa, diğer tarafını ve hatta özünü mânâ-ukbâ teşkil etmekteydi. İnhiraf noktası açıktı; her şey maddeye inhimak ve mânâyı ihmalden kaynaklanıyordu. Böyle bir eksiği yine maddeyle kapamak imkânsızdı. Aslında ikisi birlikte ve kendi buudlarına göre ele alındığı, yani Allah'ın hukuku Allah'ın azametine göre yerine getirildiği, Kur'ân'ın hakkı o ölçekte kabul edildiği; dünyaya dünyanın çapına göre, ukbâya da ukbâ kadar değer ve ehemmiyet verildiği takdirde her şey dengelenecekti.
Kur'ân-ı Kerim: "Allah'ın sana verdiğinden (O'nun yolunda harcayarak) ahiret yurdunu iste; ama dünyadan da nasibini unutma." (Kasas, 28/77) buyurmaktadır. Evet, Allah'ın lütfettiği sıhhat, zindelik, servet ve dimağ değerlendirilerek ahirete hazırlanmalı, ancak dünyadan da nasip unutulmamalıdır! Kur'ân'ın ölçüsü budur. Dünya-ukbâ muvazenesi bu prensibe göre düzenlenebilseydi belki bu denli payimal ve böylesine perişan olmayacaktık. İşte bu sebeple kendine bakan yönüyle dünyevî unsurların, ferdi, Allah'ı anmaktan alıkoyduğu günümüzde, ailede terbiye konusunu işlerken, öncelikle, ahlâkî prensiplerde mutabakata varılabilecek hususların tespitinde zaruret var.
Her milletin, bir yükselişi bir de tedennîsi olmuştur. O millet yüceltici prensiplerle yükselmiş, düşüren sâiklerle de devrilmiştir. Çünkü kâinattaki kanunlar şartlı bir cebrîlik içinde cereyan eder. Allah (cc), kâinatın bir parçası olan tabiatı da zahiren bu cebrî kanunlara tâbi yaratmıştır. Bu sebeple de tabiatta ve âyât-ı tekviniyedeki kanunlara riayet etmek gerekmektedir. Şayet onların müsamahasına güvenerek bir kısım vazifelerinizde kusur ederseniz, onlar tarafından elimine edilir ve yok olursunuz. Onlarda affedicilik yoktur. Allah sizi affeder; ama "âyât-ı tekviniye", diğer bir tabirle "şeriat-ı fıtriye"deki kanunlar hiçbir zaman affedici değildirler. Bu kanunlar açısından yöntem doğru tayin edildiği takdirde, Allah sizi "a'lâ-yı illiyyîn"e çıkarır; ancak sebeplere riayette kusur edilirse (özel bir muamele söz konusu olmadığı takdirde) bu sefer de esfel-i sâfiline düşürür.
Baştaki probleme yeniden dönecek olursak, şu sorulara cevap bulmak icap edecek: Ahlâkın bozulmasında ciddî âmillerin ve bazı objektif sebeplerin bulunduğuna kânî misiniz? Hakikaten bir ahlâk buhranı bulunduğuna inanıyor musunuz? Hâlihazırdaki şu keşmekeş ve hercümerç yaşantı bir ahlâksızlık mıdır; yoksa normal bir durumun tezahürü müdür?

16 Aralık 2012 Pazar

Derisi Yüzülen Dilimiz


Derisi Yüzülen Dilimiz

Soru: Muhatabın seviyesine göre konuşmanın ölçüsü nedir? Aslında ekseriyet tarafından anlaşılacağı umulan makaleler ya da konuşmalar maalesef bazı insanlara ağır gelebiliyor; dergi ve gazetedeki yazılarda daha sade ve anlaşılır bir dil kullanılması isteniyor. Böyle bir talep karşısında seviyeyi düşürmek mi, yoksa “gayret eden anlar” demek mi gerekir?

Cevap: Muhatabın seviyesini gözeterek konuşmak İlâhî bir ahlâktır. Cenâb-ı Hak her milletin ilim ve ihata seviyesine, problemlerinin keyfiyetine ve ihtiyaçlarının türüne göre teferruatta özel emirler vermiş, hususî kanunlar vaz’etmiş ve her dönemde tenezzülât-ı kelâmiyesini farklı şekilde, değişik bir tecelli buuduyla ortaya koymuştur. Zira, mübtedî ve bedevîlere göre yeterli sayılan nice meseleler vardır ki, müntehî ve mütemeddinler için onların biraz daha açılmaları şarttır ve zaruridir.

Tenezzülât-ı İlâhiyye

Mevlâ-yı Müteâl, genellikle murat ve maksatlarını halkın çoğunluğunun anlayışına uygun şekilde ifade etmiştir. Nitekim, İlahî kelamın bu hususiyeti “et-tenezzülâtü’l-ilahiyyetu ilâ ukûli’l-beşer” sözü ile anılagelmiştir. Evet, Cenâb-ı Hak, kullarının idrak ufuklarına göre hitap etmiş ve en derin hakikatleri bile onların anlayabilecekleri bir üslupla ortaya koymuştur ki, buna kısaca “tenezzülât-ı İlâhiyye” denilmektedir.

Haddizatında, O’nun kelâmı Kur’ân’dan ibaret değildir. Kim bilir, Cenâb-ı Hakk’ın azametine uygun daha nice konuşma keyfiyetleri vardır; fakat, onlar ancak muhatapları tarafından bilinmektedir. Ezcümle; şayet Allah Teâlâ Kur’an-ı Kerim’de de, Tur-u Sina’da Hazreti Musa’ya tevcih buyurduğu kelam ile konuşsaydı, neredeyse hiç kimse onu dinlemeye güç yetiremeyecekti. Zira, Hazreti Musa (aleyhisselâm) gibi bir ulü’l-azm peygamber dahi o aşkın kelamın ancak bir kısmını dinlemeye tahammül edebilmişti. Yine, eğer Kur’ân sadece büyük deha ve kariha sahiplerinin anlayacakları bir üslupla inmiş olsaydı, insanların yüzde doksan dokuzu ondan hiç istifade edemeyecekti. Halbuki, Cenâb-ı Hak azameti ve Rubûbiyetiyle beraber, iradesine uygun olarak muhataplarının durumunu nazara almış ve tenezzülât-ı ilahiyyesiyle beşerî ufka göre hitap buyurmuştur.

Bu açıdan, Kur’an beşerin akıl, istîdat ve kapasitesine muvafık olarak gönderilmiş umumi bir muallim ve herkes için bir mürşittir. Malumdur ki, mürşidin nazarında az, çoğa tâbidir; o, genel irşadını ekalliyette kalanlara tahsis etmez. Bununla beraber, onun avamı gözeterek yaptığı konuşmalardan havas da kendi hissesini alır. Aksine, mürşit, sadece iyi eğitilmiş kimseleri hedef alarak hitap etse, halkın ekseriyeti o üst seviyedeki konuşmaları anlayamadığından dolayı hakikatleri öğrenmekten mahrum kalır.

Çoğu insanlar, alışageldikleri kelimelerden, ibarelerden, manalardan ve ifade çeşitlerinden fikirlerini ayıramadıkları için ulvî hakikatleri kendi mahiyetleriyle hemen anlayamazlar. O yüksek hakikatler, ülfet ettikleri ifadelerle ve müşahhas misallerle anlatıldığı zaman onlardan bazı doğru manalar çıkarabilirler. Nitekim, Kur’an-ı Kerim, meseleleri zihne yaklaştırmak ve anlaşılır kılmak için pek çok misale yer vermektedir. Mesela; haşir gerçeğini anlatırken herkesin kavrayabileceği bir misale dikkatleri çekmektedir: Tohum toprağın bağrına atılmakta, orada önce çürümekte ve akabinde yeni bir hayata başlamaktadır. Zamanla ağaç haline gelmekte, dal budak salıp semalara ser çekmektedir. Yapraklarla süslenip, meyvelerle donatılmaktadır. Daha sonra da bütün zinetini döküp kupkuru bir kemik gibi olmaktadır. Fakat yeni bir baharda tekrar süslenip kendisini mahlukatın nazarlarına arz etmektedir. Bazı hayvanlar ve haşerat sonbahardan itibaren kış uykusuna girip, ölüm gibi bir hale maruz kalmakta, ama ikinci bir baharda yeniden canlanmaktadır. Bütün varlıklarda cereyan eden bu kanundan insanın müstesna tutulmasına ihtimal verilebilir mi? Onun da bir baharı, bir kışı ve ikinci bir baharı vardır. Zira o da bir tohumdan meydana gelmekte, bir ağaç gibi olgunlaşmakta; fikir, sır, hafî gibi meyveler vermekte ve daha sonra da bir tohum misillü yeniden toprağa düşmektedir. Mevsimi geldiği ve Sûr’a üflendiğinde o da kendi “ba’sü ba’delmevt”ine erecektir. İşte, Kelam-ı ilahî meseleleri zihne takrib edici bu türlü misallerle doludur.

Kur’an-ı Kerim’in İrşadı

Diğer taraftan, Kur’an’ın aynı anda ve aynı ifadelerle farklı seviyelere hitap ettiği de bir gerçektir. Zira o, insanı bütün farklı tezahürleriyle yaratan ve inşa eden Allah’ın kelâmıdır. İmam Gazalî’nin İhyâ’sında işaret ettiği gibi, Kur’an-ı Kerim’in sarîh ve zâhirî manalarını havas gibi avam da anlayabilir; bâtınî ve gizli manalar ise müdakkik ve mütefekkir ilim erbabına mahsustur. Kur’an’ın “İlimde kök salıp, derinleşenler” (Âl-i İmran, 3/7) diye tavsif ettiği gavvâslar, o ummana dalıp inci mercan çıkarırlar. Ne var ki, herkes o hikmet denizine dalmaya güç yetiremez, her fert ondaki cevherleri görüp takdir edemez. Nur Müellifi’nin ifadesiyle, antika bir eşyaya demirciler çarşısında ancak ağırlığı kadar kıymet verilir; fakat o, hakperest bir antikacı nazarında paha biçilmez bir değeri hâizdir.

Demek ki, Kur’an’da, akl-ı selim, kalb-i selim ve hiss-i selim sayesinde, çalışma, tefekkür ve ilham vesilesiyle ancak erbabının anlayabileceği nişanlar, işaretler, alâmetler ve ipuçları halinde bazı hakikatler de mevcuttur. Bugüne kadar yetişmiş binlerce âlim, Kur’an üzerindeki düşünce ve mülâhazalarıyla kendi anlayış seviyelerini ve farklılıklarını tezahür ettirmişler; söz konusu bu hakikatlerden kendi idrakleri nisbetinde istifade etmişlerdir. Ashab-ı Kiram’ın hepsinin Kur’an’ı anlayış ve kavrayışı da aynı seviyede değildir. Fakat, bu seviye farklılıkları, herkesin Kur’an’dan kendi ufku ölçüsünde istifadesine mani olmamıştır.

Öyle ki, Allah Rasûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz devrindeki bir bedevî Kur’an’ı dinleyince hem kalbiyle hem de aklıyla doyuyordu. Aynı dönemde yaşayan ve şiirleri Kâbe’nin duvarlarına asılan büyük şairler de aynı şekilde Kur’an’dan istifade edebiliyorlardı. Lebid ve Hansâ gibi o devrin en güçlü şairleri de Kur’an’ın muhataplarıydı ve Kelam-ı ilahî hem akılları hem de kalbleri açısından onları da tatmin ediyordu. Müteakip asırlarda İbn-i Sinâ, İbn-i Rüşd, Farabî, İmam Gazalî, Fahreddin Râzî, Ebu Hanife, İmam Şafiî, İmam Ahmed b. Hanbel, İmam Malik... gibi daha nice muhteşem dimağlar da hep Kitabullah’a muhatap olmuşlar ve O’nun rahle-i tedrisinde yetişmişlerdi. Demek ki, Kur’an, sıradan bir insana hayat üflediği aynı anda ve aynı şekilde, büyük bir âlimin aklına, ruhuna, kalbine ve latife-i rabbaniyesine de can olmaktaydı. Çünkü, İlahî Kelam, potansiyel olarak herkesin alıp değerlendirebileceği ve istifade edebileceği bir tecellî dalga boyunda indirilmişti.

Evet, Kur’an, yüceler yücesi bir sıfatın sesi-soluğu olmasına rağmen, vâhidî ve celâlî bir tecellî dalga boyunda değil de, ehadî ve cemâlî bir zuhur çerçevesinde peygamber ufkuna inmiş ve çoğunluğun idrak seviyesine göre insanlara seslenmiştir. Kur’an-ı Kerim’in beşerle muhaveresi böyle bir tenezzül çerçevesinde gerçekleştiği gibi, onun müstesna mübelliği, mürşidler mürşidi Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-Enâm’ın (aleyhi ekmelüttehâyâ) irşad ve tebliğleri de hep bu üslûba bağlı cereyan etmiştir. O’na isnad edilen bir söz de bu hususu vurgulamaktadır: “Biz nebiler topluluğu, insanların seviyelerine inmek ve onlara anlayabilecekleri bir üslupla konuşmakla emrolunduk.”

Bu itibarla, hakiki bir mürşit ya da olgun bir rehber, ilim ve marifet ufku itibarıyla ne kadar aşkın olsa da, telkin, tebliğ ve temsilinde, muhataplarının idrak seviyelerini mutlaka gözetmeli; insanların duygu, düşünce ve hissiyatlarını nazar-ı itibara alarak yazmalı ve konuşmalıdır. Kendi ufkuna ait vâridâtın husûsî rengi, iğlâkı ve iphamıyla hitap ederse, halkın efkârını bulandırabileceğini düşünmeli; yanlış anlamalara ve kafa karışıklıklarına sebebiyet vermekten her zaman uzak durmaya çalışmalı ve sözlerinin ekseriyetin istifadesine açık olması için gayret göstermelidir.

Dil mi Ağır, Anlama Gayreti mi Yetersiz?

Ne var ki, bugünkü nesillerin “Kullanılan dil çok ağır!..” şeklindeki yakınmalarının bir gerçeğin ifadesi olduğunu zannetmiyorum. Televizyonlardaki fikrî konuşmalarda, gazetelerdeki yazılarda, ilmî ve edebî mecmualardaki makalelerde ağır bir dil kullanıldığı kanaatinde değilim. Bazı kimseler, kendilerini çok bilgili ve kültürlü göstermek için sözleri arasında müphem ve muğlak ifadelere yer vermek suretiyle anlamayı zorlaştırıyor olabilirler. Fakat, konuşulanların ve yazılanların genelini, kitaplarla azıcık meşgul olan herkesin anlayabileceğine inanıyorum. Asıl problemin, dilin her geçen gün biraz daha yalınlaştırılmasında ve gençliğin bilhassa dînî terimlere, tabirlere, ıstılahî ifadelere yabancılaştırılmasında olduğunu düşünüyorum.

Evet, insanlara onların anlayabilecekleri bir dille konuşmak gerekir; lâkin, bu gereklilik, dilin mahvedilmesine sebebiyet vermemelidir. Lisanın muhafazası da bizim için çok önemlidir. Şayet, sadece muhatapların idraki esas alınır ve bu istikamette dil sürekli yalınlaştırılarak bitevî “tenezzülat”a gidilirse, sonunda kendi dilimizin bütünüyle tahrip edilmesi kaçınılmaz olacaktır. Bundan dolayıdır ki, bir dönemde, lisanın kıymetini takdir eden ve onu tahribin hangi kötü neticelere yol açacağını bilen insanlar kullanılan kelimeler hususunda çok hassas davranırlardı. Mesela, o büyük ulema, huzurlarında, “izah” kelimesinin yerine “açıklama” sözcüğü kullanılsa, hemen hoşnutsuzluklarını belli eder, “Bu ne demek?” der ve iki kelime arasındaki mana uçurumuna dikkat çekerlerdi.

Aslında, dilin muhafazası meselesinde bu denli hassas davranmak herkes için bir vazifedir. Çünkü, dilimizde, herbiri birer cevher olan oturmuş ve kıvamını bulmuş kelimeler vardır. Onlara yüklenen çok derin manalar geçmişten geleceğe uzanan birer emanettir. Bugün konuştuğumuz dil, nesiller boyu sessiz sessiz hafızalarımıza yerleşen ve ruhlarımıza nakşedilen duygu ve düşüncelerin nakil vasıtasıdır. Asırlarca süren bir cehd sayesinde her kelime çok derin mana, meal ve mefhumlar kazanmıştır. Hatta, herbir kelime, bir sanat dalında, bir ilim sahasında veya teknik bir alanda özel olarak kullanılan bir terime dönüşmüştür. Onlardan bambaşka söz kalıpları ve deyimler üretilmiştir. Öyle ki, o kelimelerin yerine başka sözcükler konulduğunda asıl maksadı anlatmak neredeyse imkansız hale gelmiştir.

Şayet, başka kültürlerin tesiriyle kendi özüne yabancılaşan kimseler, dilimizde böylesine güzel söz ve zengin ifadeler bulunmasına rağmen, onları terk edip, adeta kendilerinden kaçarak ve kendi değerlerine karşı saygısız davranarak acayip, tuhaf, yamuk-yumuk, eğri-büğrü ve bizim ağzımıza hiç yakışmayan kelimeleri kullanmakta ısrar eder ve öz lisanlarını anlama adına hiçbir fikir cehdi ortaya koymadan “Dil ağır, biz kavrayamıyoruz!..” derlerse; konuşan ve yazan insanlar da bu talepleri hiç sorgulamadan kabul ederlerse, peşi peşine yalınlaştırmaların, kelime kayıplarının ve dilde tahribin önüne geçilemez. Dilimizin enginliğini göremeyenler ve lisanın önemini nazar-ı itibara almayanlar tarafından, sadeleştirme adı altında, o olgun ve oturmuş kelimelerimiz kaldırılıp atılır ve yerlerine nesepsiz, pişmemiş, ham sözcükler konulur. Çok geçmeden, daha farklı bir sadelik aranır, yeni bir yalınlaştırma furyası başgösterir ve böylece lisanımız sürekli aşağıya doğru çekilip indirilir. Tenezzülât.. tenezzülat.. tenezzulât... Oysa, onun da bir sınırı olmalıdır.

Hususiyle, “ıstılâh” dediğimiz, belli bir ilim ve sanat dalına mahsus olan, zamanla çok geniş manalar kazanan, şümullü bir hal alan kelime ve terimleri sadeleştirmek için uğraşmak beyhude bir gayrettir; onların yerlerini hakkıyla doldurabilecek daha anlaşılır kelimelerin bulunabilmesi bir yönüyle mümkün değildir. Belki zaman zaman o kelimeler izah edilebilir ama başka bir iki kelimeyle onlar asla karşılanamaz. Mesela; “gözlem” sözcüğü -hassaten dinî mevzularda- kat’iyen “müşahede” tabirinin yerini tutamaz. Müşahede, mükaşefe ve musahabe kelimeleri bazen birbirinin yerine kullanılsa da, nüanslar gözetilirse bunların da birbirinden çok farklı oldukları görülecektir. Şayet biri yerine öbürü telaffuz edilirse, bambaşka bir mana ortaya çıkacaktır.

Hani anlatılır ya; birisine “Arapça bilir misin?” diye sormuşlar; o da “İyi bilirim” deyivermiş. Bunun üzerine, “Araplar koyuna ne derler?” suali yöneltilince, adam “ganem” cevabını vermiş. “Peki, kuzuya ne derler?” diye sorulunca, o çok bilmiş adam “Büyüyünce ona da ganem derler” demiş. İşte, hususiyle ıstılahî bir kelimeyi bir başka sözcükle ifade etmeye çalışmak bu latifede nazara verilen tuhaflıktan farklı değildir.

Hem Anlaşılır Olmalı Hem de Lisan Âbidesi Korunmalı!..

Evet, bugün maalesef, insanımız ana diliyle yazılanları anlayamamaktadır; çünkü, senelerdir bu dille oynayanlar, yabancı kelimeleri atma ve dili sadeleştirme bahaneleriyle onu bütün bütün bozmuş ve neslimizi kültürümüzün temel kaynaklarından uzaklaştırmışlardır. Cemil Meriç, Cevdet Paşa’nın eserinin sadeleştirilmesiyle alâkalı olarak, “Cevdet Paşa bir dil üstadı idi, onun kitabını sadeleştirmek suretiyle derisini yüzdü ve eseri berbat ettiler” demiştir. Heyhat ki, bizim dilimizin de derisi yüzülmüştür. Günümüzün insanı, yazılıp konuşulanların ağırlığından değil, üslupsuzluktan, uydurulmuş kelimelere rağbetten, okuma alışkanlığının azlığından, neredeyse hiç lügât kullanmadığından ve fikir cehdi ortaya koymadığından dolayı kendi değerlerimize ait düşüncelerin çok zengin ve çok olgun anlatıldığı kitaplara bile yabancı hale gelmiştir.

Keşke, bugünkü nesil Elmalılı Hamdi Yazır, Kâmil Miras, Ahmet Hamdi Aksekili, Babanzade Ahmed Naim, İzmirli İsmail Hakkı, Şemsettin Günaltay, Cevdet Paşa, Filibeli Ahmet Hilmi, Celal Nuri, Haşim Nahit gibi dil üstadlarının kitaplarını ve Risale-i Nur Külliyatı misillü eşsiz eserleri anlayabilseydi. Keşke, bilhassa gençler anlamakta zorlandıkları vakitler lügâtlerin yardımına müracaat etseler ve dil zevkimizi duymaya çalışsalardı. Zannediyorum, başlangıçta biraz zorlansalar da, kısa bir süre sonra güzel lisanımızın cazibesine kapılacak, artık çok derin manaları hissetmenin hazzına varacak ve zamanla sathîlikten kurtularak daha engin mülahaza ufuklarında dolaşma imkanını yakalayacaklardı.

Bir kere daha ifade etmeliyim ki; irşâdda mühim olan, verilmek istenen mesajın muhataplar tarafından en güzel şekilde ve eksiksiz alınmasını sağlamaktır. Bu da mesajın mümkün olduğu kadar açık, net ve pürüzsüz bir tarzda ifade edilmesine bağlıdır. Bu itibarla, sırf bilgili, kültürlü ve iyi yetişmiş bir insan olarak tanınmak maksadıyla, müphem, muğlak ve felsefe yüklü konuşup yazmayı âdet hâline getirmek büyük bir yanlışlık ve aldanmışlıktır. Samimi bir irşad eri, kendi kadrini yüceltmek için iğlaka başvurma gibi bir bayağılığa düşmekten uzak olmalıdır; bununla beraber, her seviyede insanın anlayabileceği bir üslûpla hakikatleri sunmaya gayret ederken, aynı zamanda onların ulviyet ve ciddiyetine halel getirmemeye de özen göstermelidir. Zira, anlaşılır olmak, dili bütün bütün yalınlaştırmak ve manadan, mefhumdan, muhtevadan fedakarlıkta bulunmak demek değildir. Belki, yazan ya da konuşan insan bir iki basamak inebilir; fakat, okuyan veya dinleyen kimse de birkaç basamak yukarıya doğru çıkmalıdır ki münasip bir yerde buluşulabilsin. İlim ve ihata açısından, birisi azıcık eğilmeli, öbürü de biraz yükselmelidir ki, hakikatler kadr ü kıymetlerine uygun olarak anlatılıp anlaşılsın.

Hasılı; “İnsanlara akılları nisbetinde ve idrak seviyelerine göre konuşun!” mealindeki hadis-i şerif tebliğ ve irşâdda vazgeçilmez bir kaidenin ifadesidir. Bir mürşit, sözlerinin halkın yüzde sekseni tarafından anlaşılmasını hedeflemeli ve yazılarını, konuşmalarını bu düşünceye göre örgülemelidir. Bu yüzde seksenin dışında kalan insanlardan bazıları serdedilen fikirlerin çok azını anlayabilirler; diğer bir kısmı ise, beyan tarzını ve anlatılanları hafif bulabilirler. İrşad ve tebliğde, ekseriyetin idraki esas alınmalıdır; o yüzde yirminin hissiyatına bakılmamalıdır. Hele, herkes için anlaşılır olma bahanesiyle dilin canına kıyılmamalı, derisi yüzülmemeli ve şekli bozulmamalıdır; lisan âbidesi kendi ihtişamıyla her zaman korunmalıdır.



11 Mayıs 2008 - KIRIK TESTI

Müslümanların Dünyayı Bilmesi

Müslümanların Dünyayı Bilmesi

Üstad Hazretleri'nin "sanmayın ki Müslümanlar dünyayı bilmiyorlar" ifadesi ve bazı insanların bunu böyle zannetmelerini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Evet, Üstad Hazretleri, On Yedinci Lem'a'da "Ey divane baş ve bozuk kalb! Zanneder misin ki, Müslümanlar dünyayı sevmiyorlar veyahut düşünmüyorlar ki fakrı hale düşmüşler; ve ikaza muhtaçtırlar, tâ ki dünyadan hisselerini unutmasınlar?" buyuruyor.
Müslümanların dünyayı bilmediği söylenemez. Ne var ki, onlar, dünyayı kendi akîdelerine ve Kur'an'ın ölçülerine göre değerlendirirler. Dünya ve ahiret arasında bir denge gözetirler. Ellerindeki imkanları ahireti kazanmaya sarfederlerken dünyadan nasiplerini de unutmazlar. Dünyanın Esmâi İlâhiye'ye bakan yönünü ve ahiretin bir mezrası olması vechesini çok sever, onu sadece insanın nefsine ve şehvetine bakan yönüyle kerih görürler. Ben malumunuz olan bu meselede uzun boylu durmayacak başka bir hususa dikkatlerinizi çekeceğim.
Bizim dünyamızda, belli bir dönemde, tekvinî emirlerin okunması ve onların da dikkate alınması ihmal edilmiş. Takvanın çok önemli bir buudu saydığımız "tekvinî emirleri gözetme" ve "Kur'an'dan istifade etmede de mühim bir faktör olan kainat kitabını okuma" esaslarını iptal edince, onlara gereken değeri vermeyince kaybetmiş ve ezilmişiz. Dahası, Batı'nın muvaffakiyetini dünyayı çok iyi okumalarında ve hatta her şeyden katı nazar ederek onun üzerine yoğunlaşmalarında görmüşüz. Batı'nın ilerlemesini ve başarısını, dünyaya im'ânı nazar etmelerine bağlamışız. Bu defa da, "Kevnî kanunları okuyacak, değerlendirecek ve onlara yetişeceğiz." demiş; ama çok garip bir şekilde kendi elimizdeki mukaddes bildiğimiz değerleri bir kenara atarak işe başlamışız.
Geçenlerde bir tanesi hâşâ "Allah fay may işine karışmaz ki.." diyor. Bakıyorsunuz, baştan dalâlete gidilmiş. Bir başkası, felaketli günlerimizde yazdığı bir kitapta, "Meseleleri dua ile falan halledeceğinizi zannetmeyin." diyerek ibadetle, iyi mümin olmakla problemlerin hallolmayacağını söylüyor ve manevî dinamiklerimizi bütün bütün gözardı ediyor.
Oysa, iyi mümin olmak çok önemli bir şeydir ve kainat kitabını doğruca okumak ve tekvinî emirleri gözetmek de iyi mümin olmanın bir gereğidir. Siz tekvinî emirleri okumayı, ilmî ve teknolojik gelişmeleri ele alırken, o mevzudaki ihmali giderme iddiasına girerken, beri tarafın ne kusuru var da kendi değerlerimizi tamamıyla bir kenara atıyorsunuz? Zannediyorum, karşı tarafın hokkabazlığı ve illüzyonu bizim insanımızı da tuhaf tuhaf konuşmaya sevk ediyor, çok farklı düşündürüyor.
İnanan insanlar söz ve ifadelerine dikkat etmeli. Mesela, bir onkoloğun bir hastası kansere yakalanmış, metastas olmayan yeri kalmamış. O doktora düşen yine de kestirip atmamak, tedbirli konuşmaktır. Demelidir ki, "Esbab açısından şöyle görünüyor. Ama eskiden beri en kötü durumlarda bile söyleyegeldiğimiz üzere Allah'tan ümit kesilmez." Evet, öyle bir durum olur ki, her şeyin bittiğini zannetiğimiz bir anda adam döner, elini kolunu sallaya sallaya geriye gelir. Temkinli, dikkatli konuşmak lazım. Yoksa hiç farkına varmadan sebeplere te'siri hakikî vermiş oluruz. Müsebbibü'l Esbab'ın güç ve kudretini her yerde ve her vesileyle hatırda tutmamız lazım geldiği gibi orada da hatırlamalı ve zikretmeliyiz.
Bu konuda, Cenâbı Hak için "müdahale" sözünü kullanmak yanlıştır; "müdahale" demek beni çok rahatsız ediyor. Çünkü, müdahale ara sıra bir şeye el uzatma, parmak sokma demektir. Oysa, biz her zaman her şeyimizle O'nun kudret elindeyiz. Hatta bu hususa iyi uyanmış bir şuur, "biz var mıyız yok muyuz" meselesinin münakaşasını yapar. Mustafa Sabri Efendi, cebri mutavassıta dönmeden önce bile bir kitabında, Haşim Nahit'in Musa Bigiyef'i göklere çıkardığı "Türkiyedeki İ'tila Yolları" adlı kitabına verdiği cevapta diyor ki: "Bir mübtedînin Kaderî, Mutezilî olmaması ve bir müntehînin de cebrî olmaması mümkün değildir."
Evet, eğer kalbinizin atışlarında bile O'nun elini görüyorsanız nasıl "ben" diyebilirsiniz ki? O kalb atışını, damarlara, adelelere nasıl bağlarsınız ki? Şimdilerde, maalesef, natüralizm ve rasyonalizm öylesine öne çıktı ki, pek çokları bir mânâda, bir ölçüde tam bir determinist gibi düşünüyor ve konuşuyor.
Az önce de ifade ettiğim gibi, tekvinî emirlerin iyi okunmaması, yani takvanın o yanının ihmal edilmesi, Müslümanların zillete maruz kalmasını netice veriyor. Bu defa da, bir taraftan Müslümanlar aşağılık duygusu içine giriyor ve başkalarını taklide başlıyorlar. Bir fasit daire oluşuyor. Bir diğer taraftan da, başkalarına söz dinletmek zor oluyor. Batılı, bize tepeden bakıyor. Sanki ilmî ve teknolojik başarı konuşmanın minberi, mihrabıymış gibi davranıyor. O minberde değilsen kimseye bir şey anlatamazsın. Aşağıdan bağırdığın sürece, söylediğin sözler Hz. Mesih'in solukları bile olsa yukarıda kimseye tesir etmez. Bu açıdan tekvinî emirlerin iyi okunmasının zaruret ve lüzumuna inananlardanım. Bu meselede ısrar ediyorum ve Üstad'ın işaretine de fevkalade itimadım var.
Ancak unutulan birşey daha var ki, her şey bu dünya demek değildir. Yenik olsanız ne olur? Ömrünüz zindanda geçse ne olur? Hiç başarılı olmasanız ne olur? Hz. Zekeriyya (as) başarılı mı olmuş!. Hz. Yahya (as) başarılı mı olmuş!. Meseleyi sadece dünyevî başarı ve muvaffakiyete bağlamak doğru değildir. O, Allah'ın bileceği bir husustur. Biz bir imtihan dünyasındayız. Burada seni ezer, öbür tarafta cennetine kor. Ölçü şu kısacık dünya hayatındaki üstünlük, başarı ve rahat bir hayat değildir; burayı bir tarla gibi değerlendirip ahirette cennet meyveleri dermektir.
Bu mevzuyu da, daha önce arz ettiğim bir latifeyle bitireyim. Yahyâ Efendi, Niyazîi Mısrî'yi devrin padişahına şikayet edince, Niyazîi Mısrî bir adaya sürgüne gönderilir. Belli bir süre sonra Yahya Efendi de aynı adaya sürgün edilir.. ve üstelik, altlı üstlü aynı binaya düşerler. Şu kadar ki, Yahya Efendi üstte, Niyazîi Mısrî alttadır. Niyazîi Mısrî, Yahya Efendi'ye, "Ne haber, sen de sürgüne geldin." deyince, beriki, "Öyle; ama ben üst kattayım." der. Bunun üzerine, Niyazîi Mısrî de şu cevabı verir: "Ne fark eder? Tebbet de İhlâs'ın üstünde!"