8 Şubat 2013 Cuma

Hocaefendi'nin Eğitim Anlayışı ve Tatbikatı

Hocaefendi'nin Eğitim Anlayışı ve Tatbikatı

Tasavvuf, ahlak eğitimi veren bir okul veya manevi hastalıkların tedavi edildiği bir hastahanedir. Tekkeler eğitimin pratiğe dönüştüğü terbiye ocaklarıdır. Fethedilen ülkelerin kültürel ve manevi fethinde tekkelerin, tarikatların çok önemli payı vardır. Gönüllü birer sivil hizmet kuruluşu olan bu müesseselerin insanımızın manevi, kültürel ve ekonomik hayatındaki müsbet etkileri aşikardır.

Dini ölçülere sıkı sıkıya bağlı olan ve hocalar tarikatı olarak bilinen Nakşilik, pek çok kollarıyla insanımıza hizmet sunmuştur.

“Görünmeyen üniversite” diye tanımlanan İskenderpaşa cemaati, yetiştirdiği insanlarla her kademede ülkemize ve diğer İslâm ülkelerine hizmet götürmüştür. Bu hizmetlerde daima gözönünde bulundurulan prensip, insanların kısa ve uzun vadeli problemlerine gerçekçi çözümler üretmektir.

Pratiği olmayan bilginin yaşama şansı yoktur. Zaten din, bir davranış ve yaşam tarzıdır. Dinleri felsefeden ayıran en büyük özellik de budur.

Her kurum gibi tarikatlar da yaşadıkları çağın gerçeklerini dikkate almak ve kendilerini ona göre şekillendirmek zorundadır. Aksi halde varlıklarını sürdüremezler.


Modern eğitime önem vermişti

Dünyanın büyük bir köy haline geldiği, kültürel sınırların kalktığı çağımızda dünyaya açılmak, etrafta olup bitenleri iyi gözlemlemek gerekir. Es’ad Hocamız bu gerçeği çok iyi kavramış ve gayretlerini özellikle de dışa açılma yönünde teksif etmiştir. Avustralya’dan Amerika’ya, İngiltere’den Türk Cumhuriyetleri’ne kadar dünyanın pekçok yerine ulaşmış, böylece hizmette sınır olmadığını göstermiştir. Bu hizmetler kitap, dergi, gazete, radyo ve televizyon gibi bilgi ve haberleşme araçlarıyla desteklenmiştir. 12 Eylül’den sonra pekçok sahada (radyo-mecmua gibi) ilklere imza atılarak hizmette öncülük görevi üstlenilmiştir. İslâm, Kadın ve Aile, Gül Çocuk, İlim-Sanat dergileri dünya gündemini yakından takip ederek insanımızı yakından takip ederek insanımızı aydınlatmıştır. Özellikle Ak Radyo’nun hizmetleri her takdirin üstünde olmuş, adeta bir okul görevi üstlenmiştir.

Hocamız, eğitim alanında belki de ilk denebilecek bir çığır açmıştır. Aile eğitim seminerleri şeklinde uygulanan bu faaliyetler, cemaatin kaynaşmasında ve sosyalleşmesinde büyük katkı sağlamıştır. Birçok hayırlı kuruluşun temelleri buralarda atılmıştır. Akra bunun en canlı örneğidir.

Bu seminerler bazen beş yıldızlı otellerde, bazen de Hocamız’ın kendi tabiriyle çok yıldızlı (araziye çadır kurarak) gerçekleştirilmiş, konunun uzmanları davet edilerek insanımız her konuda bilgilendirilmiştir. Bu seminerlerle bir taşla iki kuş vuruluyordu. İnsanlar çoluk çocuğuyla hem gezip dinlenmiş, hem de bilgi dağarcığını doldurmuş oluyordu.

Hocamız klasikten ziyade modern eğitime önem vermiştir. Tekkenin çıkardığı neşriyatta asla sansür sözkonusu değildi. Her düşünceye açık olmak belki de İskenderpaşa cemaatinin en büyük özelliğiydi.

Kurmuş olduğu ahlak, çevre ve kültür dernekleriyle ülkemizin her köşesine hizmet götürmüş, pekçok ağaçlandırma faaliyetine bizzat nezaret etmiştir. Bunun yanında spora önem vermiş, özellikle aile seminerleri münasebetleriyle tertiplenen yürüyüş, koşu ve yüzme faaliyetlerinde hep ön planda olmuştur. Onun bu modern davranış tarzını garipseyip tenkid edenler bile olmuştur. Halbuki bunlar en büyük mürşidimiz olan Hz. Peygamber (sav)’in de uygulamalarındandır.

Netice itibarıyle zaten bir eğitimci ve akademisyen olan hocamız, dünyaya açık yaşayışı ve her kesimden insana sıcak ve samimi yaklaşımıyla “kaba softa ham yobaz” imajını silmiş, tekkeyle insanımızı bütünleştirmiştir.

Ali Rıza Temel
Eğitim-Bilim, Mart 2001

Temsil Keyfiyeti


Temsil Keyfiyeti  

Davranışlarımızdaki hassasiyet ve titizlik, sözlerimizin tesiri ve istediklerimize ulaşma adına fevkalâde önemlidir. Meselâ, eğer namaz kılıyor isek Allah karşısında bulunduğumuzu aksettiren olabildiğine bir saygı, olabildiğine bir edep, o çerçevede kıyam, rüku ve secde, konuyla alâkalı bir kitap okumadan daha tesirlidir. Bu, çocukların: 'Allah'a karşı nasıl saygılı olunur?' sorusuna en inandırıcı cevap olsa gerek. Aksine namazı, hadis-i şerifin ifadesiyle 'Tavuğun yerden yem yemesi gibi...'[1] kılacak olursanız bunu gören kimsenin alacağı namaz terbiyesi de ona göre olacaktır. Kat'iyen bilinmelidir ki, böyle bir namaz insanı münkerattan men etmediği ve alıkoymadığı gibi, terbiyeniz altında bulunan kimseler üzerinde de ne Allah'a karşı saygı uyaracak ne de onların ruhlarında olumlu bir iz bırakacaktır.

Evet namazın içten gelerek kılınması çok mühimdir. Büyük bir saygı, edep, huşu ile Allah'a (cc) karşı bel kırmış, boyun bükmüş bir insan imajı, o masum gözlemciler üzerinde çok önemli tesir icra edecektir.

Müspet şeylerde örnek olmak kadar, menfî durumlara karşı titiz davranmak da çok mühimdir. Onların, okul ve sokak çevrelerinden her zaman kapabilecekleri bir kısım şüphe ve tereddüt virüsleri olabilir. Vakit fevt etmeden anında bunlar giderilmeye çalışılmalıdır. Eline alıp okuduğu eserlere karşı -bu bir roman da olabilir- kayıtsız kalınmamalıdır. Okuduğu kitaplarda inanç ve itikadınıza dokunan bir yön varsa, siz de gerekeni yapmıyor iseniz, hiç farkına varmadan onun içinde bir şüphe, bir tereddüt belirmeye başlayabilir. Binaenaleyh, sadece çocuğun evdeki durumlarına dikkat etmekle yetinmeyecek, aynı zamanda onun fikrî gelişimi, duygu-düşünce yapısının şekillenmesiyle alâkalı genel atmosferini de kontrol edeceksiniz. Okunacak kitapların önceden tespit ve seçimi, gaye insanı yetiştirmek isteyenler için hayâtî bir iştir. Evet, belli bir dönemden sonra onun sempati ve antipatilerini anlamaya çalışmak, neleri dinleyip nelere kulak verdiğini merak etmek, arkadaşlarını görüp tanımak, hatta tayin etmek ve bütün bu mevzularda bir hekim gibi ne şekilde mualecede bulunulması gerekiyorsa öyle davranmak ihmale tahammülü olmayan hususlardandır.

1) Öğrenci, Öğretmen ve Anne-Baba

Günümüze ait problemlerden biri olan, baba-anne, oğul-kız ya da diğer bir deyişle eski nesil-yeni nesil arasında vâki kültürel farklılık ve bu farklılığın doğurabileceği menfî sonuçlar, 'terbiye' ile ilgili tedbirlerle giderilecek hususlardandır ve zamanı da 'rüşd' çağına kadardır. Geç kalınırsa, müessir olunamayabilir. Sözgelimi, babası talim ve terbiye görmemiş birinin çocukları eğer bir üniversitede okuyorsa, bu çocuklardan bazıları kendilerini ebeveynlerinin üstünde göreceklerinden, hiçbir zaman tenezzül edip anne-babalarının fikirlerini almayabilirler.. evet bugün nice mütedeyyin kimseler vardır ki çocukları lisede, hatta bazıları da ilköğretimde iken, bir kısım yıkıcı fikirleri, ahlâksızlığı benimsemiş, hatta devlete, millete, hükümete, okul idaresine karşı isyan vaziyetini almışlardır. Her türlü iç ve dış provokasyona açık öğrenci eylemlerine, 'boykot' adı verilerek değişik isyan hareketlerine katılmakta ve serâzât gönüllerine göre bir ütopya peşinde koşmaktadırlar.

Geçmişte ve şu andaki bütün öğrenci eylemlerinin neden ve nasıl bu safhaya geldiği tahlil edildiğinde, en büyük yanlışlardan birinin, çocuğun hareketlerinin takip edilmemesi ve ona verilmesi gereken terbiyenin verilmemiş olduğu görülecektir. Terbiye adına bizim kusurlarımızın neticesi olarak meydana gelen menfî sonuçlar için âh u vâh etmek, ellerimizi dizlerimize vurmak beyhude bir çırpınıştır. İçimizde duyacağımız vicdan azabı da sevabı olmayan bir ızdıraptır.

Kur'ân-ı Kerim, bir yerde, idlâl edilenleri, bakımı-görümü yapılmayıp da, taklitle başkalarını takip edenleri şöyle anlatır:

'Ey Rabbimiz! Biz, reislerimize ve büyüklerimize uyduk da onlar bizi yoldan saptırdılar, derler.' (Ahzab, 33/67)

Kur'ân-ı Kerim'in, gönüllerimizde bir inilti hâlinde duyulan bu ürpertici beyanında, perişan ve namazsız-niyazsız nesillerin, azab-ı ilâhinin dehşeti karşısında, babalara, annelere, amcalara, dayılara, akrabalara, hocalara, mürşitlere, mektepteki muallimlere acı ve açık bir intizarları söz konusudur. Evet bu beyan-ı ilâhide -hafizanallah- sû-i âkıbete uğrayanları, kendileri ile alâkalı sorumlular için, 'Allah'ım, bizi yoldan saptıranların, bizi baştan çıkaranların, bize vaziyet etmeyenlerin azaplarını kat kat artır ve böylelerini perişan et ve onları lanetine müstahak kılarak, huzur-ı ilâhinden, dergah-ı nezd-i ulûhiyetinden teb'îd eyle.' gibi bir sitem, bir serzeniş hatta bir beddua söz konusudur.

Bu itibarla, talim, terbiye mevkiinde bulunan kimselerin alacağı müspet vaziyet, dünya ve ahirette hem kendilerinin hem de evlâtlarının saadetine; bunun aksine, sorumluluklarını ihmal eden kimselerin bu yanlış tutumları da sadece onların dünya ve ahirette felâketini değil, aynı zamanda ihmal edilenlerin de dünya ve ahiret felâketlerini netice verecektir.

2) İdlâl Edilenlerin Çığlığı

Çocuğun, maddî-mânevî, dünyevî-uhrevî hayatı için hiçbir faydası olmayan şeylerle meşgul olmasına fırsat verirseniz: 'Allah (ötede): 'Sizden önce geçmiş cin ve ins toplulukları arasında siz de ateşe giriniz!' Her millet oraya girdikçe yoldaşlarına lanetler yağdıracaktır. Hepsi birbiri ardından orada (cehennemde) toplanınca, tâbi olanlar iktida ettikleri kimseler için, 'Ey Rabbimiz! Bizi işte bunlar saptırdılar! Onun için onlara ateşten bir kat daha fazla azap ver!' diyecekler. Allah (cc) da: 'Zaten herkes için bir kat daha fazla azap vardır, ama siz bilmezsiniz' diyecektir.' (A'raf, 7/38) diye bir çığlık, bir çekişme bir serzeniş ve mazeret faslı yaşanacaktır.

Evet ihtimal Kur'ân'ın ifadesiyle, sizin bir zamanlar bağrınıza basıp büyüttüğünüz, büyütüp terbiye ettiğinizi sandığınız çocuklarınız, hep bir ağızdan büyüklerine karşı bedduada bulunacak ve lanetler yağdıracaklardır. Ahirete, az da olsa inanan bir insan, hemfem olarak (hep bir ağızdan) yapılacak böyle bir bedduadan tir tir titremeli, korkmalı ve Allah'a sığınmalıdır. Böyle bir intizar ve serzenişten kurtulmanın yolu, düşünce hâl ve tavırlarımıza göre, hâl ve tavırlarını belirleyecek olanlara iyi örnek olmaktır.. Allah'ı, Râsûlü'nü sevip saymaktan ahlâken mazbut yaşamaya kadar her hususta iyi örnek olmak...

Allah (cc) ve Rasûlü'nün (sallallahu aleyhi ve sellem) sevilip sayıldığı bir evde, çocuk okuduğu, gördüğü, duyduğu nispette Allah'a bağlanacak ve O'na gönül verecektir. Bir ölçü olarak, herhangi bir evde Allah (cc) ve Rasûlü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem)'den bahis edilip edilmediğini çocuğun heyecanlarıyla ölçmek onun duygularında derinliğini duymak mümkündür. Tabiî, münkeratın (dinen yasak ve sevimsiz şeyler) işlenip işlenmediğini ve mâruf olanlar (dinen emredilen ve sevimli şeyler)'in de yapılıp yapılmadığını.. evet çocuk, yuvanın dışa açık ekranı ve hânedeki değişik seslerin hoparlörü gibidir. Bu ekran ve hoparlörde bir evin en mahrem köşelerini temâşâ edebilir ve en gizli fısıltılarını duyabiliriz.

3) Cennetin ve Cehennemin Yolu

Cehennem; beşerî arzular ve nefsin hoşuna giden şeylerle; Cennet de mekârih (hoşa gitmeyen şeyler)le çepeçevre kuşatılmıştır.[2] İbadet ü taatin ağırlığını, yani bir açıdan mekârihi aşamayan, cismânî arzu ve kaprislerini önleyemeyen, her gün ayrı bir oyun karşısında dize gelmekten, her gün ayrı bir mel'anet karşısında yüzüstü kapaklanmaktan kurtulamayan Cennete giremeyecek ve Cehennemden de uzak kalamayacaktır. İşte önümüzdeki yolun ve neticede varacağımız nihâî hedefin iki yönü!. Biz, bir taraftan dinin 'yapmayın' dediği şeylerin bütününü terk edecek ve ettirecek; diğer taraftan da 'yapınız' dediği şeylerin hepsini harfiyen, hem de ciddî bir şuur uyanıklığı içinde yapacak ve yaptırmaya çalışacağız ki, nefse hoş gelen şeylerin arkasından sürüklenmemek ve onun katlanamadığı şeylere de takılmamak için Hak inayetiyle ayakta kalabilelim.

Biz, bizden evvelkilerin ekip-biçtikleriyiz; bizden sonraki nesiller de bizim gayretlerimizin semeresi olacaklardır. Zamandan, çağdan şikayet edeceğimize, ihmal edilişimizin çehresinde; ihmallerimizin müstakbel neticelerini görmeye çalışarak vazife ve sorumluluk itibarıyla kalben, ruhen, hissen dirilmeye çalışmalıyız. Böyle bir diriliş hem bizim, hem bizden sonraki nesillerin hem de kendi tarihimizin dirilişi olacaktır.

[1] Müsned, 3/247.
[2] Mkz: Müslim, Cennet, 1; Ebu Davut, Sünne, 22; Tirmizi, Cennet, 21; Nesei, İman, 3.

Kur'ân'a Saygı


Kur'ân'a Saygı  

Çocuklarınıza Kur'ân okuyup öğretmeniz de ayrı bir önem taşır. Ama en az onun kadar önemli bir husus da, Kur'ân'ı okurken onun üzerinde, Kelâmullah olduğu hissini uyarabilmenizdir. Devrimizde çok müşahede ettiğimiz hususlardan biri de, şüphesiz bazı kimselerin okuduğu Kur'ân'ın -maalesef- gırtlaktan aşağı inmemesidir. Sizler çocuklarınıza Kur'ân okumada da güzel örnek olabilir ve onu Rabbinizin huzurunda ya da Ruh-u Seyyidi'l-Enâm'ın dizinin dibinde tilâvet ediyor gibi seslendirebilirseniz bir kere daha çevrenizdekileri fethetmiş olursunuz. Evet eğer Kur'ân okurken gözyaşlarınızı tutamıyorsanız bunu gören çocuklarınız sizin bu hâlinizden çok farklı şeyler alacaklardır. Ben, ruhsuz Kur'ân okumanın insanımızı duygusuz hâle getirdiği kanaatindeyim.

Bir hadis-i şerifte Allah Rasûlü (sallallahu aleyhi ve sellem): 'İnsanların en güzel Kur'ân okuyanı, Kur'ân okurken ciddî bir hüzün içinde okuyanıdır.'[1] Bir başka sahih hadis-i şerifte de: 'Bu Kur'ân hüzünle inmiştir.'[2] buyurmaktadır.

Kur'ân, pek çok problemi olan insanoğlunu konu olarak ele almış işliyorsa -ki öyle olduğunda şüphe yok- biz de hâlimizle bu hüznü seslendirme durumundayız. Ancak bu seviyeye gelebilmenin önemli esaslarından biri, Kur'ân'ın ne dediğinin bilinmesidir. Kelâmullah olması itibarıyla Kur'ân-ı Kerim'e ta'zimde bulunabiliriz, ancak Allah'ın (cc) kelâmı olması haysiyetiyle mânâsına vukûfiyet için, az da olsa bir gayret içinde bulunmamız da yine ona karşı ta'zimin ifadesi olsa gerek. Ayrıca, sizin bu gayretinizle çocuğunuz Kur'ân-ı Kerim'e ait mânâları kalb ve zihninde daha derince duyacak, bunlarla dolacak ve seviyesine göre rûhî açlığını gidermiş olacaktır.

Sadece Kur'ân-ı Kerim'e ait anlamlarıyla yetinen, dinî anlayış ve duyuş itibarıyla eksik sayılır. Bu kadar olsun münasebeti olmayanlara gelince onlar tamamen hüsrandadırlar. Kur'ân'ın insanlara vadettiklerini alabilmek için elfâz-ı Kur'âniyenin içindeki o mukaddes mânâları öğrenmek ve çocuklarımıza da öğretmek zaruretini bir kere daha hatırlatmakta yarar var.

Yukarıdaki naklettiğimiz hadis-i şerifin şerhinde Hafız Münâvi şöyle bir vak'a nakleder:

'Küçük bir çocuk hafızlığını ikmal etmiştir. Sabaha kadar Kur'ân-ı Kerim'i hatmediyor, namazını kılıyor, ertesi gün de hocasının karşısına çıkıyor; çıkıyor ama biraz da rengi benzi sararmış olarak çıkıyor. Hocası, maddî-mânevî mürşid olabilecek durumda bir üstattır. Talebesinin renginin niçin sarardığını diğer talebelerine soruyor. Onlar da, 'Üstadım, bu talebeniz sabaha kadar Kur'ân-ı Kerim'i hatmedip duruyor ve tabiî sabaha kadar gözüne uyku girmiyor, sabah olunca da kalkıp derse geliyor.' derler. Üstad talebesinin Kur'ân-ı Kerim'i böyle okumasını arzu etmediği için onu karşısına alır ve ona: 'Kur'ân indiği gibi okunmalıdır evlâdım.' der. Bugünden itibaren sen Kur'ân'ı, şu âna kadar okuduğun gibi değil, onu okurken beni karşısında farz et ve üstadına dersini iade ediyorsun gibi oku!' tavsiyesinde bulunur.

Çocuk gider, O gece Kur'ân-ı Kerim'i okur ve sabah üstadının huzuruna geldiğinde, 'Efendim bu gece ancak Kur'ân-ı Kerim'i yarısına kadar okuyabildim.' der. Üstad, 'Pekâlâ, sen bu gece de Kur'ân- Kerim'i doğrudan doğruya Rasûlü Ekrem'in (sallallahu aleyhi ve sellem) huzurunda okuyor gibi oku' der. Talebe, 'Ben, kendisine Kur'ân nazil olan zatın huzurundayım; doğru okumalıyım' heyecanıyla daha bir dikkatlice tilâvet eder.. ve o gün üstadına, ancak Kur'ân-ı Kerim'in dörtte birini okuyabildiğini belirtir. Üstadı da terakkiyi görünce, bir mürşidin müridinin dersini artırması gibi, 'Sen şimdi de o emin melek Cibril'in Rasûlü Ekrem'e (sallallahu aleyhi ve sellem) tebliğ ettiği anda dinliyor gibi Kur'ân-ı Kerim'i oku.' der. Talebe gider gelir; 'Vallahi üstadım, bugün ancak bir sûre okuyabildim.' der. Üstadı da, 'Evlâdım şimdi de onu, binlerce hicabın verasında bulunan Mevlâ-yı Müteal'in huzurunda okuyor gibi oku. Düşün ki, okuduğunu Allah (cc) dinliyor, senin için indirdiği kelâmını senin ile mukâbele ediyor.' Talebesi ertesi gün ağlayarak üstadının karşısına gelir: 'Üstadım, 'elhamdu lillahi rabbi'l-âlemîn' dedim, 'mâliki yevmi'd-dîn'e kadar geldim, 'iyyake na'budu' demeye bir türlü dilim varmadı. Çünkü bunun mânâsı, 'sadece Sana kulluk yaparım', hâlbuki ben o kadar çok şeye kulluk yapıyorum ve o kadar çok şey karşısında serfürû ediyorum ki, O'nu karşımda hazır ve nazır mülâhazaya alınca 'İyyake na'budu'yu aşamadım.' der.

Hafız Münâvi, bu gencin fazla yaşamadığını bir-iki gün sonra da vefat ettiğini kaydeder. Onu bu seviyeye getiren o bilge ve mânâ eri üstad, gencin mezarının başında durur, onu dinler, onun hâline bakar, ahvalini müşahede ederken, delikanlı, üstadının duyabileceği bir sesle, 'Üstadım, 'tayyim' denen önemli bir makama ulaştım ve hesap görmedim.' diye konuşur.

Kur'ân-ı Kerim'in mânâsını mülâhaza ederek ve kelimeler üzerinde durarak, 'Rabbimin kelâmı' deyip, tazimde bulunarak, hatta yüzüne gözüne sürerek ona karşı saygısını ifade çerçevesinde okumak, onun gönüllere açılması adına o kadar önemlidir ki, bu samimî duygular, okuyanı da dinleyeni de Kur'ân iklimine çeker ve onlara semâviliğin kapılarını ardına kadar açar.

Bu menkıbeyi nakletmekle, 'Böyle düşünmezseniz Kur'ân okumayınız.' demek istemiyoruz; istemiyoruz ama, kelimât-ı Kur'ân bize ne anlatıyor, ruhumuzda ne gibi bir değişiklik hâsıl ediyor vb. hususlar üzerinde durmamızın da, ona muhatap seçilmemizin gereği olduğunu düşünüyorum. Ruhlarımızda inkılâplar meydana getirmeyen Kur'ân'ın ferdî ve içtimâî hayatımızda müessir olacağı düşünülemez. Biz Kur'ân'la değişebilmeli, onun ufkuna yönelmeli, onu kendi derinlikleriyle duymalıyız ki o da esrarını gönül gözlerimizin önüne seriversin...

Konuya dönüyorum. Evet o genç ölmemiş; Allah'a (cc) ulaşmıştı. Kur'ân'ın temiz ruhlarda uyarabildiği heyecanla kalbi durmuş ve Rabbine yürümüştü. Elbetteki ebediyen yaşayacaktı. O, 'İyyake na'budu'yu aşamamış ve sabaha kadar hep onu tekrarlayıp durmuştu. Bir başkası benzer bir ruh hâletini Kâbe'de hissetmişti. Başını Kâbe'nin duvarına koyduğunda, kendi kendine: 'Ya Rabbi!' demiş; âdeta diline kilit vurulmuş gibi tıkanmış ve 'Sen bunu diyebilecek güçte misin? Neden hâlâ riyakârlık yapıyorsun?' düşüncesine takılmış ve gerisini getirememişti. Mamafih bunlar o zatın yaşadıklarıdır ki, ne anlatılabilir ne de başkalarına hissettirilebilir türden şeylerdir; onun birkaç dakikalık aşkın duygularıdır. Daha sonra kendisinin bile o durumu şerhetmesi mümkün değildir.

Şimdi eğer, evlerimizde bu çizgiyi koruyabilir ve Kur'ân'a gönül verdiğimizi, Rasûlü Ekrem'in (sallallahu aleyhi ve sellem) halkasına dahil olduğumuzu fiilen gösterebilirsek, uzak-yakın çevremiz nisan yağmuru almış yeşillikler gibi süratle hayata yürüyecek ve etrafımızda üst üste 'ba'sü ba'del-mevtler' yaşanacak ve toplum hayatımız melekler ve rûhânîlerin imreneceği bir hâl alacaktır.

1) Nefret Ettirmeme

Yakın tarihimiz itibarıyla bizde ve diğer İslâm ülkelerinde yetişen nesiller, dinin kolaylaştırıcı ve müjdeleyici mesajlarına yeterince ulaşamamış, hatta uzak kalmışlardır. Hadise, selim bir kalb, sahih bir akılla incelendiğinde bunun sebebinin 'mânâ' konusundaki bilinçsizlik ve gayretsizlik olduğu görülür.

Bu dönemde müminler, 'Allah'a (cc) iman ettik' demekle beraber bu kelimenin ifade ettiği mânânın şuurunda olamamış, dış âlemle iç dünya arasındaki koordineyi sağlayamamış ve dine, diyanete ait olguları vicdânî enginlikleriyle anlayamamışlardı. Ne acıdır ki, mekteplere din dersi konduğu zaman dahi, böyle bir fırsata rağmen bazı din ve ahlâk dersi muallimleri sadece Kur'ân-ı Kerim'i ezberletmekle iktifa etmiş ve dine sempatisi olmayan çocuğa yanlış eğitim metodları uygulayarak onlardaki o çok az olan 'dine hürmet' hissini dahi yıkmışlardı. Bunu yaparken elbetteki çocuklar dinden soğusun diye yapmıyorlardı; ancak asırlardan beri devam edegelen birkaç büyük yanlışımızdan biri son bir kez daha tekerrür ediyordu.

Ben şahsen şu anda bile, Cenâb-ı Hakk'ın bize bahşettiği imkânları yeterince değerlendirdiğimizi söyleyemeyeceğim. Vatan evlâdı, din ve diyanet adına bin türlü şüphe ve tereddüt içinde önümüze kadar gelmekte ve bunlara karşı bizim vazifemiz de şüpheleri izale etmek, dini sevdirmek, Allah'ı (cc) birinci matlub, maksut hâline getirmek ve Rasûlü Ekrem'in (sallallahu aleyhi ve sellem) sevgisini akıl mantık dairesi içinde kalblere koymak iken, bunları bir kenara bırakarak onların daha sonra içinden doğan bir iştiyakla yapacağı işleri daha ehemmiyetli sayarak onu ürkütüyoruz. Evet, din konusu sadece bir kısım formalitelerden ibaretmiş gibi, çocuğa bazı şeyler ezberletmelerle iktifa edersek, çocuk -Allah muhafaza buyursun- dinden nefret edebilir; bir derse girmişse, başka bir derse girmek istemeyebilir. Altı aylık bir çocuğa nasıl yetişkinlere ait yiyecekleri vermiyorsak, öyle de belli bir yaşa kadar ezberleme meselesini de zorlamamak icap edecektir. İhtimal o, iman şuurunu elde ettikten sonra kendisi ezberlemeye çalışacaktır. Konu, sevdirmek, düşündürmek, benimsetmek ve belletmek çerçevesinde ele alınmalıdır. Böyle bir yolda yürümeyip de o masum dimağları rakamlara boğarak on iki, otuz iki, elli iki farz deyip bazı adetleri ezberletme metodlarına başvurursak, çocuğun kafasını, bilerek veya bilmeyerek dine, dinî duygulara karşı nefret ettirmiş oluruz ki, bu da dine hizmet yolunda ona karşı apaçık kötülük demektir.

Müminler bu hususta müteyakkız olmalı ve mutlaka dini her yönüyle sevdirmelidirler. Çocuğun kemmiyet ve riyâzî şeylerle, kafasını doldurma yerine kalb ve kafasını mânâya açmalıdırlar. Onlar öyle Kur'ân'a aşık olmalıdırlar ki, onu öğrenme, makâsıd-ı İlâhîyi kavrama, idealleri hâline gelmeli ve 'Allahım, bana dini anlamayı ihsan et, böylece makâsıd-ı sübbaniyeni öğreneyim, Kur'ân-ı Kerim'le dolayım.' diye düşünmeli ve hayatlarını bu mefkûreye bağlamalıdırlar.

2) Farz ve Nafile İbadetlerin Muntazaman Sürdürülmesi

'Ailene namazı emret; kendin de ona sabırla devam et. Senden rızık istemiyoruz; (aksine) Biz seni rızıklandırıyoruz. Güzel sonuç ancak takvâ iledir.' (Tâ-hâ, 20/132)

Hangi şartlar altında olursa olsun anne-baba dinî vazifelerinde kusurda bulunmamalıdırlar ve çocuk, kullukla alâkalı hususlarda hiçbir eksiklik müşahede etmemelidir. Kâinatın Efendisi'nin (sallallahu aleyhi ve sellem) hiç terk etmediği teheccüd namazı, hususî evrâd u ezkârı, gece kalktığında okuduğu hususî duaları vardı. O bu evrâd ve ezkârı vaktinde ifa etmediği zaman, kazası gerekmediği hâlde âdeta kaza ederdi. Böylece evin içinde ve dışında başlatılan bir ibadetin hiçbir şekilde terk edilmediği gayet net olarak ortaya konmuş olurdu.

Sahabi, başlatılan bir ibadetin daha sonraları da devam ettirilmesi gerektiğini çok iyi anlamıştı. O dönemin âbid ve zâhidlerinden sayılan Abdullah ibn Amr ibn Âs her gün oruç tutmak ve sabaha kadar namaz kılmak istiyordu. Dahası, babası evlendirdiği zaman, günlerce hanımının yanına gitmemişti. Bu durumu hanımı, kayınpederi vasıtasıyla Aleyhissalâtü ve's-Selâm'a şikayet mahiyetinde intikal ettirince Abdullah ibn Amr ibn Âs, Allah Rasûlü sallallâhu aleyhi ve sellemin huzuruna gitme mecburiyetinde kalmış ve Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), hanımının yanına gitmediğinden ötürü ona itapta bulunmuştu. O gün Allah Rasûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) ondan farzların dışındaki ibadetlerini azaltmasını istiyor; o ise daha fazla ibadette ısrar ediyor ve 'Daha fazlasını yapabilirim ya Rasûlallah' diyordu. Nihayet Allah Rasûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) onu, bir gün oruç tutup bir gün yemeye; gecenin sülüsünü (üçte birini) yatıp bir diğer sülüsünü ihya etmeye ikna etti. Ancak bu muhterem sahabinin, yaşlandığı zaman başka bir sahabiye -Buhari ve Müslim'de- şöyle dediğini[3] görüyoruz: 'Keşke Rasûlü Ekrem'in (sallallahu aleyhi ve sellem) dediğini kabul etseydim. Çünkü yaşlanınca bu şekilde devam ettirmek oldukça zor. Ama yine de nafile olarak yaptığım şeyleri aksatmak istemiyorum. Beni nasıl bıraktıysa Allah Rasûlü'nün (sallallahu aleyhi ve sellem) öyle bulmasını isterim.'[4]

Abdullah b. Amr iyi bir örnektir; insan itiyat hâline getirdiği ibadetleri terk etmemelidir. Zaten Allah Rasûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) de, sahih bir hadislerinde: 'İbadetin en faziletlisi az bile olsa devamlı olandır.'[5] buyuruyor. Şayet gücümüz yetmiyorsa, belli bir süre sonra çocuğun gözünden düşmemek için, farzların dışında yapabileceğimiz miktarla iktifa etmeliyiz. Sadece farzları, sünnetleri yapabiliyorsak, onlarda kusur etmemeliyiz. Şayet teheccüde başlamışsak onu mutlaka devam ettirmeliyiz. Vitr-i vâcibi, çocuğun gözü önünde kılmak icap ediyorsa öyle yapmalı, gece kalkıp kılınması müessir olacaksa gece eda edilmeli. Evvâbin, işrak ve duhâ namazlarını kılıyorsak, aksatmamalıyız; aksatmamalıyız ki çocuk, 'yapılan bu şeyler bazen de terk edilebiliyor' zehabına kapılmasın. Böylece, ibadetlerdeki ciddiyet onun benliğine mâl olsun; mâl olsun da sizin o konudaki kusurlarınızdan dolayı sizi ikaz etsin. Evet 'İşrakı kılıyor, duhâyı terk ediyorsun babacığım!' diyebilmelidir. Ayrıca, yapılan ibadetler ciddî bir huşû ve olabildiğine bir saygı içinde yerine getirilmelidir; getirilmelidir ki, çocuğun şuuraltı bu olumlu şeylerle mamur hâle gelsin.

Buraya kadar belirtmeye çalıştığımız hususlar, bizim gibi düşünenler içindir. Evet eğer çocuklarımızın duygulu, hisli, dindar, şuurlu, akıllı ve İslâm'ı öğrenmelerini arzu ediyorsak, bizce bu işin yolu budur. Her şeye kendi yoluyla ulaşılır; böyle yürünürse netice elde edilir. Değişik bir ifade ile; çocuğun doğru yolda bulunmasını ve bir yaşama yöntemi olmasını arzu ediyorsak, bizim de bir yolumuz, yöntemimiz olmalıdır. Düşünce ve davranışlarımız her zaman aynı olmalı ki, çocuk da aynı şeyleri görerek hep aynı şeylerle meşbû bulunsun. Bunların yerine getirilmesinde dünyamızın tanzimi, ahiretimizin elde edilmesi ve çocuğun da dünya-ahiret saadetine mazhariyeti söz konusudur. Gerçi bunlar bir perhiz ve hekim tavsiyesi gibi görünüyor, ama tatbiki can sıkmasa gerek. Sabah-akşam almanız gereken ilâçları, hiç şaşırmadan ve aksatmadan alma gibi bir şey. Böylece siz dengeli bir hayat yaşamış olacak, ölçülü davranacak ve evinize de ölçüyü hakim kılacaksınız.

Çocuk, saygı, huşû, edeb ve huzuru -ki bunu yer yer arz etmeye çalışmıştık- bakışınızda, duyuşunuzda, yatışınızda, kalkışınızda hep bunları hissetmeli ve ruhu bunlarla dolmalıdır.

3) Şeâire Hürmet Hissi

Bize göre bir kısım mukaddes mefhumlar vardır. Bu mefhumların arkasında da çok mukaddes mânâlar vardır. 'Allah' (cc) mefhumu bizim için çok mukaddestir ve imanın bir rüknüdür. Allah'a (cc) inanmayan birinin İslâmî ve imânî hayatı yoktur. Bu yüce ve yüceliği nispetinde de olabildiğine mukaddes mefhumun belli bir yaştan itibaren -ki bu devrenin başlangıcı genelde 7-9 yaş olarak düşünülür- dimağlarda yerleşmesini, gönüllerde oturmasını ve çocuğun bütün hayal âlemini işgal etmesini temin etmekle mükellef bulunduğumuz kat'iyen unutulmamalıdır. Çocuğun, Peygamber'in (sallallahu aleyhi ve sellem) hayaliyle yaşamasını temin etmek, o evde sürekli ondan bahisler açılmasına bağlıdır. Şayet bir evde sadece, televizyon-sinema artistlerinden bahsediliyorsa ve çocuğun temâşâ ufkunda her zaman televizyonlar, sinemalar bulunuyorsa onun hayaline hakim olan da bir kısım artistler olacaktır. Sorduğunuz anda size pek çok sporcu, müzisyen ve artist ismi sayılabilecek; ama belki de dört sahabi ismi söyleyemeyecektir. Hafıza ve şuuraltı, bütün kapasitesiyle, çok faydası olmamakla beraber, 'hayalin fıskı'na sebebiyet veren bu gereksiz şeylerle mâlemâl dolacaktır.

Dinde mukaddes bilinen her şey, düşünce ve davranışlarımızda daima mukaddes olarak ifade edilmelidir. Meselâ, Kâbe mukaddes bir mekândır. Siz de çocuğun yanında, Kâbe ile ilgili hislerinizi dile getirirken fevkalâde saygılı olmalısınız. Kâbe sınırlarından içeriye girdiğimiz ya da Medine-i Münevvere'ye yaklaştığımız zaman ayaklarımızı saygıyla yere basmalıyız. Meseleyi götürüp, Rasûlü Ekrem'in (sallallahu aleyhi ve sellem) gezdiği yerlerde, -İmâm Malik gibi- 'Burada ayakkabıyla veya merkeple gezilmez.' esasına bağlamalıyız. O büyük İmâm, uzak yerden Mescid-i Nebevi'ye veya başka bir mescide hadis dersi kıraatine, tilâvetine giderken ya da Medine'nin sınırlarından içeriye girdiğinde, bindiği merkepten aşağıya iner, orada böyle gezilmesi gerektiğini söylerdi. Elbette bunu gören çocuk Ravza-yı Tâhire ve onun Sahibine saygıyla dolup taşacaktır.

Kur'ân-ı Kerim için de durum aynıdır. 'Her kim Allah'ın şeâirine saygı gösterirse, şüphesiz bu, kalblerin takvasındandır.' (Hac, 22/32) buyurulmaktadır. Şeâire hürmet etmek kalbin takvasındandır. Kalbin takvası ise, kalbin Allah'ı (cc) tanıması, tanıdığı büyük Allah'a (cc) saygıyla yönelmesi, O'na sığınması, O'na itaat etmesi ve hakikat-ı ulûhiyeti tam olarak kavramasıyla mümkündür. Şeâire hürmet hayâtîdir; meselâ yine şeâirden olan cami, çocuğun nazarında o kadar mukaddes görülüp kabul edilmelidir ki, o, bütün Allah'a (cc) giden yolların camiden geçtiğini düşünmelidir. Müezzinin lâhûtî sesinin minarelerden, 'Allahu ekber' şeklinde yükselmesi, çocuğun nazarında büyümeli ve 'Allahu ekber' dendiği zaman o da kelimeleri tekrar etmeli ve ezan bitince ellerini kaldırarak; 'Allahumme rabbe hâzihi'd-da'veti't-tâmmeti ve's-salâti'l-kâimeti, âti seyyidenâ Muhammedeni'l-vesîlete ve'l-fazilete ve'b'ashu makâmen mahmûdeni'llezî ve'adtehu inneke lâ tuhliful-mîâd; Ey bu kamil davetin ve kılınacak namazın Rabbi olan Allah'ım! Muhammed'e (sallallahu aleyhi ve sellem) Hakk'a yaklaşma, cennete ve ötesine ulaşmayı lütfet ve O'nu kendisine vadettiğin Makam-ı Mahmud'a ulaştır. Muhakkak ki Sen vaadini yerine getirensin.'[6] diyerek boşalmalıdır.

Hulâsa, eğer Allah'a inanıyor ve O'nu seviyorsak ve içimizde takvâ ve şeâire tazim hissi varsa, bu hislerimizi çocuğun gönlüne boşaltacak ve ona Allah'ın büyüklüğünü gösterecek, sevdirecek ve O Mâbud-u Mutlak'tan başka Mahbub, Maksud, Matlub olmadığını onun bütün benliğine işleyeceğiz. Taberani'nin Ebu Ümame'den naklettiği bir hadis-i şerifte Allah Rasûlü (sallallahu aleyhi ve sellem): 'Allah'ı, Allah'ın kullarına sevdirin ki, Allah da sizi sevsin.'[7] buyurur. Allah (cc) ancak iyi tanınmakla sevilir; zira insan bildiğini sever, bilmediğine de düşman olur. Dinsiz ya da ateistler Allah'ı (cc) tanımadıkları için düşmandırlar; eğer tanıyabilselerdi seveceklerdi.

Kur'ân-ı Kerim'de Allah (cc) 'İnsanları ve cinleri ancak, Bana kulluk etsinler diye yarattım.' (Zâriyât, 51/56) ferman eder. İbn Abbas ve Mücahid (radıyallâhu anhüma) buradaki {liya'budûn} 'Bana kulluk etsinler diye' kelimesini {liya'rifûn} 'Beni tanısınlar, bilsinler'[8] olarak tefsir etmektedir. Demek ki bir insan Allah'ı biliyorsa kullukta bulunuyor; bilmiyorsa nankörlük ediyor. Öyleyse evvelâ biz bildireceğiz; çocuk da bilecek ve o duyguyla dopdolu hâle gelecek ki, Allah'a (cc) karşı saygılı olabilsin. Ancak her seviyenin ayrı bir tanıtma üslûbu olmalıdır ve Allah'ı (cc) tanıtma konusunda tanıtım, yaşa-başa göre yapılmalıdır. Belli bir yaştaki çocuğa, önüne konan sofranın Allah tarafından geldiğini delilsiz, mücerret anlatma ona kâfi gelebilir. Başka bir yaşta insanların, hayvanların, ağaçların beklediği yağmurun, gökten O'nun inayetiyle geldiğini, başımızdan aşağı boşalan o yağmurun, Allah'ın mahz-ı rahmetinden taşıp geldiğini anlatmak gerekecektir. Daha ileri yaşlardaki birisine ise, Allah'ın, denizlerde, ırmaklarda vaz' ettiği tebahhur etme (buharlaşma) kanununu, havada yağmurun damla damla dökülme kanununu ve bütün bunların asla tesadüfe verilemeyeceği, her şeyin Allah'ın inayetiyle olduğunu anlatmak gerekecektir. Daha seviyeli çocuklara ise, pozitif ilimlere ait argümanları kullanarak onun seviyesine göre Allah'ı tanıttırıp sevdireceksiniz.

Bir hadislerinde Allah Rasûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyururlar:

'Allah'ın size nimetleri karşısında Allah'ı (cc) seviniz. Beni de Allah'ın (cc) elçisi olduğum için, Allah'tan (cc) ötürü seviniz. Ehl-i Beytimi de beni sevdiğiniz için seviniz.'[9]

Usûlü bulunabildiği nispette bu sevme ve sevdirme işi zor olmasa gerek. Çocuklarımıza, birtakım lüzumsuz neşriyat yerine, Rasûlü Ekrem'in (sallallahu aleyhi ve sellem) siyerini okutabilsek ve onların eline, hiç olmazsa Muhammed Yusuf Kandehlevî'nin 'Hayâtu's-Sahabe'si gibi her an müracaat edebilecekleri bir kitap versek, zannediyorum Rasûlü Ekrem'i (sallallahu aleyhi ve sellem) ve onun ashabını ve onların çocuklarını tanıma fırsatı bulacak ve bunlardan her birerleri onların gözünde hayatlarının kahramanları olarak büyüyecek; onlara uymaya, onlara benzemeye, Hz. Hamza gibi şecaatli, Hz. Ali gibi şâh-ı merdan, Hz. Ebu Bekir gibi sâdık, Hz. Fâruk-ı A'zam gibi kılı kırk yaran âdil olmaya çalışacaklardır. Allah'ın (cc) binlerce rızâ ve rıdvanı bunların üzerine olsun..!

Evet her zaman evimizin baş köşesinde Kur'ân-ı Kerim, sonra Rasûlü Ekrem'in (sallallahu aleyhi ve sellem) siyeri ve ashab-ı kiramın hayatına ait megâzi kitaplarını bulundurmak ve çocuklarımızın gönüllerinin onlarla beslenmesini sağlamak, tarihî kahramanlarımızla onların gönüllerini, gözlerini açmak ve atalarını onlara sevdirmek çok önemlidir.

Burada bir noktaya dikkatinizi çekmek istiyorum. Felsefî biçimde ve aklî yollarla, akîdemize musallat olan tereddütlere, şüphelere karşı, değişik delillere başvurmak mantığın, fikrin gereği olsa da mücerret mantığa saplanıp kalmak, bazen insanın kalbî hayatını söndürüp onu ümitsizliğe itebilir. İnsan, aklı ve fikrine ait vazifeleri yaptıktan ve bunlarla alâkalı bütün fonksiyonları yerine getirdikten sonra, pratik hayatta bu duygu ve düşüncelerin nasıl meydana geldiğine dair misalleri araştırmaya başlayacaktır. Binaenaleyh siz, fiziğin, kimyanın, astronominin diliyle Allah'ın (cc) varlığına ve birliğine ait binlerce âfâkî ve enfüsî delillere sarılıp, yukarıdan uzanan nurânî bir merdivenle yukarılara çıksanız da, pratik hayattan misaller veremiyorsanız ve çocuk da bunlara akıl erdiremiyorsa, vereceğiniz dinî düşünceler onun zihninde felsefî nazariyeler gibi algılanacaktır.

Anlattığınız ya da anlatacağınız dinî değer yargıları ve millî meziyetlerin, tarihin belirli dilimlerinde yaşanmış olduğunu gösteremiyorsanız bunlar bazılarına ütopya gibi görünebilir. Siz, bu değerlerin yaşandığını ve yaşanabildiğini beli misallerle gösterme mecburiyetindesiniz.

Daha yakın zamana kadar, yaşanıp yaşanılamayacağı hususunda bizim bile kalbimizde-kafamızda bir hayli tereddüt vardı ve kendi kendimize, 'Bu olaylar belki yaşanmıştır; ama ihtimal dünya bunları bir kere görmüştür. Bir daha görmesi ve hele yaşanabilmesi çok zor; hatta biraz da ütopik görünmektedir.' fikri, bir genel hastalık gibi yaygındı. Ne var ki, Allah'ı, Peygamberi tanıyan, Yüce Yaratıcı ve O'nun Nebisi'ni oldukça seven gençleri görünce, artık yürekten inanıyoruz ki, sahabe gibi bir topluluk bundan sonra da yaşayabilir. Zaten, nassların bize verdiği işaret ve bişâretler çerçevesinde Rasûlü Ekrem'in (sallallahu aleyhi ve sellem) 'Garipler' diye tavsif buyurduğu[10] sahabeye benzer bir topluluğun yaşayıp, din-i mübin-i İslâm'ı evc-i kemâle çıkaracağına da inancımız tamdır.

Âyât-ı tekviniyeye ıttılâınız derecesinde, kalbinizdeki takva, Allah'a (cc) duyduğunuz sevgi, saygı, mescid, mâbed ve benzeri şeâire gösterdiğiniz hürmet davranışları, çocuğun nazarında büyük mukaddes âbideler hâlinde görünmeye başlar ve bütün bunlar onu Allah'ın (cc) huzuruna davetin birer ifadesi olurlar. Burada yeri gelmişken Yahya Kemâl'in bu mevzudaki şâyân-ı takdir şu mısralarını hatırlatmak istiyoruz:

'Emr-i bülendsin ey ezan-ı Muhammedî,
Kâfi değil sadâna cihan-ı Muhammedî.
Sultan Selîm-i Evvel'i râm etmeyip ecel,
Fethetmeliydi âlemi şân-ı Muhammedî.'

'Gök nûra gark olur nice yüz bin minareden,
Şehbal açınca ruh-ı revan-i Muhammedî
Ervah cümleten görür Allahu ekber'i
Aks eyleyince arşa lisân-ı Muhammedî.'

Ezan, Müslümanlığın ulvî duygularının en önemli bir sembolü ve namaz öncesi bir konsantrasyon vesilesidir. Aynı zamanda, namazın, Allah'a karşı bir kulluk olarak büyüklüğünün ifadesi, O'nun çağrısı ve davetidir. Siz çocuklarınızı bu duygularla dopdolu yetiştirirseniz, onlar da ezanı duydukları zaman heyecanlanırlar, gözleri dolar, hisleri köpürür, mehâbetle, muhabbetle tir tir titremeye başlarlar. Şimdi âbâ ve ecdadımızın bize, onlardan evvelkilerin de onlara yaptıkları bu vazifeyi -İnşallahu Tealâ- bunca sarsıntı ve teklemeye rağmen yine hep beraber ihya ve ikame edeceğiz. Evet şeâiri ilân edecek, onu gelecek neslin nazarında kendi kıymetiyle gösterecek, Allah'ı, Rasûlü'nü ve Kur'ân-ı Mucizu'l-Beyan'ı herkese sevdireceğiz.

Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz; evlerimizde, ibadet hayatımız arızasız olarak yerine getirilmeli, dinle, diyanetle alâkalı çocuklarımızın kafasına sokulan şüphe ve tereddütler vakit fevt etmeden izale edilmeli, evimizin içinde Allah'a tekarrübün yaşandığı, rahmet-i ilâhiye'nin sağanak sağanak başımıza indiği, gözlerimizin tatlı ümitlerle dolup reca içinde Allah'a yöneldiği ve sinelerimizin hüzünle dolup taştığı değişik bir kısım saatler olmalıdır. Öyle bir saat olmalı ki, o saatte evimizde Rasûlü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) görünüyor gibi tasavvuru, tasviriyle çocuğun, hanımefendinin nazarında şöyle böyle mutlaka kendini göstermelidir.

İşte bunlar sizin İslâmî ibadet ve akîde hayatınızda çocuğunuza kazandırdığınız öyle büyük ve kıymetli şeylerdir ki, ilerideki hayatında o, birer birer bunların semerelerini görecek, duyacak ve size karşı minnettar olarak dua edecektir.

Şeâiri tazim, zatında büyük olan, dinin büyük kabul ettiği ve sizin de büyük gördüğünüz değer ve kıymetleri kavlen ve fiilen büyük göstermek demektir. Onların nazarında, ancak, ezanla anlatılabilen o ulular ulusu, büyükler büyüğü 'Allahu Ekber' hakikatiyle şehbal açacak, ruh dünyalarında bayrak gibi dalgalanacak, kalblerini tül gibi saracak; siz de bu mazhariyetler karşısında dönüp tâlihlerinize tebessümler yağdıracaksınız.

[1] Münâvi, Feyzu'l-kadir, 2/529.
[2] İbni Mâce, İkâme, 176.
[3] Buhari, Sallallahu aleyhi ve sellemm, 55; Fezâilu'l-Kur'ân, 34; Müslim, Sıyâm, 182.
[4] Ebu Nuaym, Hilye, 1/285-286.
[5] Buhari, İmam 32; Rikak, 18; Müslim, Müsafirin 216,218; Münafikın, 78; Ebu Davud, Tatavvu 27; Nesei, Kıyamülleyl, 19; İbni Mâce, Zühd 28.
[6] Buhari, Ezan, 8; Tefsiru Sure (17) 11; Tirmizi, Salât 43; Nesei, Ezan 38; İbni Mâce, Ezan 4.
[7] Taberânî, Mu'cemü'l-Kebir, 8/90; Ali el-Müttaki, Kenzü'l-Ummal, 15/777.
[8] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur'ân, 17/55.
[9] Tirmizî, Menâkıb, 31.
[10] Müslim, İman 232; Tirmizi, İman 13.

6 Şubat 2013 Çarşamba

Çocuğun Görebileceği Bir Ortamda İbadet ve Dua Etme


Çocuğun Görebileceği Bir Ortamda İbadet ve Dua Etme

Evin içinde ibadet ü taate ayrılmış hem bir yer hem de bir zaman olmalıdır. Beş vakit namaz, imkân varsa evde cemaatle kılınmalı veya çocuğun elinden tutulup camiye götürülmelidir. Bu son durum, daha ziyade annenin namaz kılamadığı dönemlerde çok yararlı olabilir.. evet anne, belli dönemlerde namaz kılamayınca, çocuk 'namaz kılınmasa, dua edilmese de olabiliyor' fikrine kapılmasın diye bilhassa o günlerde mâbede gitme, meselenin ciddiyeti adına iyi bir rehabilitasyon sayılabilir.

Tabiî şöyle yaparak da bu boşluk kapatılabilir: 'Kadın özel hâllerinde dahi abdest alıp, seccadesine oturur; ellerini Mevlâ'ya açıp dua eder; o, namaz kılmış gibi sevap alırken çocuk nazarında da bu boşluk kapatılmış olur.' Fıkıh kitaplarında böyle bir yaklaşım da var.[1] Terbiye açısından bunun önemi çok büyüktür. Bir kere bu vesile ile çocuk, hiçbir zaman evde secde etmeyen baş, ağlamayan göz, duaya kalkmayan el görmeyecektir. Bilakis o, her zaman evde hassasiyet, titizlik ve derin bir kulluk şuuru müşahede edecektir. Dolayısıyla kadının husûsî durumlarından ötürü ibadet yapamadığı dönemlerle ilgili olarak çocuk, bu meselenin ruhunu anlayacağı, siz de bu konuların dindeki yerini ona anlatacağınız ana kadar, zaman zaman elinden tutarak onu camiye götürmeniz uygun olacaktır.

Gün gelecek, ezan okunduğu zaman çocuk, tıpkı çalan saat gibi, sizi 'Baba namaz!' diye uyaracak, siz işinizle meşgul olup da 'Allahu ekber' sesini duymuyorsanız, o bunu duyduğunda, 'Namaz!' diye size seslenecektir ki, belli bir dönemde ona hatırlattığınız her şeyi dönüp o size hatırlatacaktır.

Bundan başka günün bir saatinde Allah'a dua edeceğiniz özel bir saatiniz olmalıdır. Önceden belirlemiş olduğunuz bir saatte Mevlâ'nın karşısında duygularınızı dile getirip dertlerinizi O'na açmalısınız ve Yüce Yaratıcı'nın her zaman sığınılacak bir kapı olduğunu fiilen göstermelisiniz. Bu dualarınızı açıktan, sesli olarak yapmanız yararlı olur. Rasûlü Ekrem'den (sallallahu aleyhi ve sellem) mervî olan duaları sahabe ondan duymuştu. Bunların birçoğunu, Hz. Âişe (ra) nakletmektedir. Hz. Ali, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin (ra) efendilerimizden de bu konuda nakiller vardır.

Öyleyse sizler de çevrenizdekilere dualarınızı duyurabilir ve onun öğrenebileceğini hedefleyerek dua edebilirsiniz. Eğer çocuğunuzun, duygulu olmasını, Allah (cc) anıldığı zaman titremesini arzu ediyorsanız başta sizin öyle olmanız icap eder.

Hayatımda unutamadığım öyle tablolar vardır ki, akla gelince ürpermemek mümkün değil. Ninemin Rabbiyle irtibatını aksettiren tabloların, benim üzerinde büyük tesiri olmuştur. Kendisini kaybettiğimde henüz küçük bir çocuktum ama rahmetli pederim şöyle-böyle din-i mübin-i İslâm'la alâkalı bir şeyler söyleyiverince ya da Kur'ân okuyunca o da hemen yerinde zangırdamaya başlardı. Öyle ki bir kere onun yanında coşkunca 'Allah (cc)' deyiverseniz hemen rengi kaçar, benzi solar, yirmi dört saat âdeta onun tesirini aksettirirdi. İşte benim ruh hâletim üzerinde onun bu durumunun büyük tesiri olmuştur. Evet bu ümmiye, çok okumamış ve bildiği kadarıyla âmile olmaya (yaşamaya) çalışan ninemin o yürekten davranışları, ağlayışları ve içten içe sızlanışları, benim üzerimde çok büyük tesir bırakmıştır. Bir hayli büyük kimselerin dizleri dibinde oturdum. Onların coşkun ve heyecanlı sohbetlerini dinledim. Ama diyebilirim ki, ninemin o terbiye edici davranışlarından aldığım dersi hiçbirinden alamadım. Bana öyle geliyor ki, ben Müslümanlığımı, geneli itibarıyla ona, baba ve annemin o içten hallerine borçluyum.

Konunun çerçevesi dışına çıktık; sadede dönüyorum.. evet yuvada ebeveynin vaziyetlerini iyi ayarlaması çok önemlidir. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, belli bir saatte, Mevlâ'nın karşısında içinizi döktüğünüzü, 'huzuruna geldim' deyip inlediğinizi, coşup kendinizden geçtiğinizi, bilhassa çocukların yanında da Allah'a gönlünüzü açarak, açıktan açığa O'na dua ettiğinizi onların görüp duyması çok mühimdir. Onun, en büyük meselelerinizden biri olan ahiretiniz için çırpındığınızı görmesi, onu düşünüp ümitle ağladığınızı bilmesi hiçbir zaman onun hatırından çıkmayacaktır. Aslında biz, Mevlâ'nın karşısında Mevlâ'yı görüyor gibi kulluk yapmak zorundayız. Rükû, sücûd, kıyam ve kavamemiz, celsemiz hep O'na hatırlatıcı nitelikte olmalıdır. Allah'ın (cc) huzurundaki hâlimizi şöyle bir çerçevede resmedebiliriz: Sanki biz, Allah'la (cc) yüz yüze gelmişiz de, Yüce Yaratıcı: 'Ey kulum, kalk, hayatının hesabını ver.' diyor; biz de rahmetini umarak ve büyüklüğü karşısında kalkıp elpençe divan duruyoruz. Ululuğunu tam hissederek ve küçüklüğümüzü tam duyarak böyle bir kıyam bizim için de çevremiz için de ne uyarıcıdır! Zayıf bir hadiste Rasûlü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem): 'Benim Allah'la (cc) bir ânım vardır ki, o ânımda ne melâike-i mukarrebin ne de başkası bana yaklaşamaz.'[2] buyurmaktadır.. evet Mevlâ ile öyle bir saatimiz, apaydın bir ânımız olmalı ki, çocuk müşahede ettiği o tabloları, mevsimi gelince, kendi ibadetine malzeme yapsın. Evet o ileride, fikrî, amelî inhiraf tehlikeleri ile, her karşı karşıya kaldığında, bu tablolar birer can simidi gibi onun imdadına yetişecek ve elinden tutacaktır.

Bu hususu yadırgamayınız; çünkü Yusuf sûresinde Kur'ân -tabir caizse- bize böyle psikolojik bir done veriyor. Gerçi biz, kadın karşısında Yusuf'un (as) içinden bir şey geçtiğini düşünmüyoruz; ama Kur'ân-ı Kerim: 'Ya, Rabbinin burhanını görmeseydi!' (Yusuf, 12/24) buyuruyor.

Her ne kadar doğruluğu tartışmalı da olsa, müfessirîn-i izâmın nakillerine göre, Kur'ân'da bahsedilen 'burhan'dan maksat, Hz. Yakub'un (as) mânevî bir şekilde temessülü ve taaccüble elini dudağına götürüp, 'Yusuf!' diye seslenmesidir ki, o iffet âbidesini tam temkine çekiyor, o da, 'Allah'tan korkarım.' (Yusuf, 12/23)[3] deyiveriyor.

İşte, değişik kayma ve sürçmeleri önleyebilecek buna benzer durumların yaşanabilmesi için, sizin o yaşlı gözleriniz ve o içten sızlanışlarınız da çok önemlidir. Bunlar, çocuğun şuuraltında yer eden öyle ölümsüz tablolardır ki o, irtikâp edeceği her mesâvi (kötülükler) karşısında, hayalinde, kendine açılan pencerede, eliniz dudağınızda onun karşısına dikilip: 'Yavrum öyle ne yapıyorsun?' diyecek, böylece siz daima onun hayatında bir rehber ve davranışlarınız da ona uzanmış bir inayet eli olacak, onun elinden tutup değişik tehlikelerden onu kurtaracaktır.

[1] İbni Abidin, Reddu'l-Muhtar, 1/291
[2] Aclûnî, Keşfü'l-Hafâ, 2/173-174
[3] İbn-kesir, Tefsiru'l-Kur'ân, 4/308-309

İstifhamları Daha Başlangıcında Giderme

İstifhamları Daha Başlangıcında Giderme
Namaz ve daha ötesindeki dinî konularda çocuğun bir kısım soruları, istifhamları olabilir. Bilhassa içe dönük çocuklar bu türden dinî istifhamlarını, büyük ihtimalle anne ve babalarına açmayabilirler. Değişik vesile ve vasıtalar bulunarak, bu konuda çocuğun deşarj olması, içini dökmesi ve açılmasının sağlanması çok ehemmiyetlidir. Çocuk büyürken içindeki istifham da büyürse, zamanla her şüphe, her tereddüt, izah edilmedik her dinî mesele, mânâsı ve hikmeti anlaşılmadık inançla alâkalı herhangi bir husus, onun kalbini sokan bir yılana, bir akrebe dönüşür.

Hatta bazen bu istifhamlar, onun iç dünyasında bir yara gibi o kadar hızlı büyür ki, bir gün o zavallıyı tamamen yere serer de farkına bile varamayız. Öyle ki artık o her gün camide sizinle beraber "Lâ ilâhe illallah" der, tesbihini, takdisini, tahmidini, tehlilini yapıyor görünebilir ama o aslında tereddütlerine yenik düşmüş ve vesveselerin ağında erimektedir.

Çocuğu iyi bir statü ve gelecek elde etmesi için üniversitelerin herhangi bir fakültesine gönderdiğimizde, muhtemel problemlerine zamanında muâlecede bulunulmazsa, dinî istifhamlarından dolayı hiç de tasvip etmeyeceğimiz bir kısım duygu, düşünce ve tavırlarla karşımıza dikilmesi kaçınılmaz olacaktır. Bu açıdan o, hiçbir zaman aklı, kalbi ve ruhu itibarıyla boş bırakılmamalı ve sürekli yaşına-başına göre beslenmelidir. Eskiden çocuklar bizden mürebbilere-mürebbiyelere teslim ediliyordu.

Onlar, çocukların ruh dünyaları içine girerek, ledünniyatlarının teşrihatı çerçevesinde dertlerine derman olmaya çalışıyorlardı. Aslında, bu terbiyeyi ebeveyn yapmalıdır. Şayet yapamıyorlarsa, mutlaka kültürlü mürebbiler ya da mürebbiyeler bulmalı ve evinin işlerini gördürdüğü gibi bu işi de onlara yaptırmalıdırlar; yaptırmalı ve kat'iyen çocuğun heder olup gitmesine meydan vermemelidirler. Sağlam bir akide, içe sindirilmiş bir kulluk telâkkisi ve tabiatımızın bir yanı hâline gelmiş mükemmel bir ahlâk ancak bu ölçüdeki bir hassasiyetle gerçekleştirilebilir.

Küçükten Camiye Alıştırma

Küçükten Camiye Alıştırma
Devr-i Saadette küçük olmalarına rağmen çocuklar her zaman camiye gidebilirlerdi. Ne acıdır ki, günümüzde çocukları camiye götürmeyi cami âdâbına aykırı görüyoruz. Yine ne acıdır ki, her camide çocuklara zebani gibi görünen bazı haşin yaşlılar bulunabiliyor ve o yavrucukları camiden ürkütebiliyorlar. Maalesef bazen, dinî bilgileri, dünya görüşleri ve düşünceleri oldukça dar olan yaşlı insanlar, çocuklara yüzlerini ekşitmek, kaşlarını çatmakla caminin izzetini koruduklarını zannediyorlar. Hâlbuki onlar bu tavırlarıyla, çocukları camiden ürkütüyor ve Rasûlü Ekrem'in (sallallahu aleyhi ve sellem) sünnetine aykırı bir davranış sergiliyorlar. Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) camide safların tanzimi mevzuunda, erkeklerin önde, onların arkasında varsa hünsâlar, daha sonra çocuklar ve beşerî bir mülâhazaya binaen onların arkasında da kadınların bulunmasını[1] tavsiye etmektedir.

İşte böyle davranıldığı zaman çocuklar, camide halkın namaz kılış şevkini, zevkini görüp duyacak ve dinî yaşamaya alâkaları artacaktır. Bu itibarla, değil onları kovmak, onlara sert görünmek, ürkütmek; kabilse hediyeler verilmeli ve namaza ısındırılmalıdır. Çocuklara cami, caminin bahçesi sevdirilmeli ve her zaman onların duygularında mâbedin kutsallığı canlı tutulmalıdır. Rasûlü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) camide, cemaatin içinde namaz kılarken, torunu Hz. Ümâme'yi omuzuna alır, eğilirken yere bırakır, kalkarken de yeniden omuzlarlardı.[2] Bunu muktedâ-bih, rehber-i küll olan Rasûlü Ekrem'in (sallallahu aleyhi ve sellem) yapması örnek olması bakımından çok önemlidir.

Hz. Peygamber'in (sallallahu aleyhi ve sellem) çocuğun camiden çıkarılması mevzuunda sert sayılan herhangi bir cümle ya da tavrı hiçbir zaman söz konusu olmamıştır. Bu itibarla, mahallemizin güzel bir köşesi mâbed, evimizin içi de bir namazgah hâline getirilmelidir ki, çocuk gözlerini her açıp kapayışında, Allah'ı (cc) hatırlatan emârelerle yüz yüze gelsin ve hayatını bir ledünnîlik içinde duysun ve hür irade, hür vicdanıyla kendi yolunu belirleyip yürüsün. Sadece namaz açısından ele alacak olursak, çocuk namaz kılma devresine geldiği zaman, eğer babası elinden tutar, annesinin yanında seccadenin bir kenarında durdurur ve hâlinin derinliği ölçüsünde onu kalbinden ebedî mihrabına bağlayabilirse çok önemli bir şey başarmış olur. Zira namaz, Allah'a (cc) yönelme adına çok önemli bir iştir.

[1] Bkz: Vehbe Zuhayli, İslam Fıkhı Ansk., 2/352-353
[2] Nesâi, Sehiv, 13; Muvatta; Salat 85

3 Şubat 2013 Pazar

Çok Yönlü Evlat Yetiştirmek

Çok Yönlü Evlat Yetiştirmek
Eğer evlâtlarımızın cesur, yürekli olmasını istiyorsak, onları vampirlerle, devlerle, cinlerle, perilerle korkutmamalıyız. Onları bütün olumsuzluklara karşı koyabilecek bir iç mukavemetle güçlü yetiştirmeliyiz.

Eğer çocuklarımızın imanlı olmasını arzu ediyorsak, bütün hareket ve davranışlarımızdan belli konulardaki duyarlılığımıza, tebessümlerimizden yatış-kalkışlarımıza, secdede, rükuda, kıvrım kıvrım kıvranışlarımızdan başka insanlar içinde şefkatle tir tir titrememize kadar her hâlimizde Allah'a iman nümâyân olmalı ve çocuklarımızın gönülleri bunlarla dolmalıdır. Evet hep onların bizi görmek istediği gibi olmalı ve bizi küçük görebilecekleri davranışlardan da içtinap etmeliyiz.

Her zaman onların nazarında aziz ve muallâ olmaya çalışmalıyız ki söylediğimiz sözler onların kalblerinde makes bulsun ve isteklerinize karşı reaksiyon göstermesinler. Bu açıdan denebilir ki, hafifmeşrep pederler, evlâtları karşısında olsa olsa sadece onlara bir arkadaş olabilirler; ama kat'iyen bir muallim, bir mürebbi olamaz ve onu istedikleri gibi terbiye edemezler.

Hânelerimiz her zaman bir mektep, bir mâbed, bir terbiyehâne görünümünde olmalıdır ki onların hissiyatlarını, ruhlarını, kalblerini doyurarak onları, cismânî arzuların kulu-kölesi hâline getirmiş olmayalım.

Çocuğun Dinî Eğitimi

Çocuğun Dinî Eğitimi
Müslümanlıkta evlenmek çok ciddî bir konudur ve ciddiyeti ölçüsünde üzerinde durulmalıdır. Temelde anne-baba, aynı zamanda muallim ve muallime olma durumunda olduklarından eş namzetleri bu önemli misyonu eda edebilecek yaşa-başa ulaşınca izdivaç düşünülmelidir.

İmâm Cafer, talebelerinden bir müddet evliliklerini tehir etmelerini ister. Ebu Hanife de, talebesi İmâm Ebu Yusuf'u bir süre için evlilikten men' eder ve şöyle der: "Öncelikle talim ve terbiye safhasını tamamlamalı ve evlilik yapacağın vakte kadar öğrenmen gereken ilimleri mutlaka öğrenmelisin. Aksi takdirde tahsil hayatın yarıda kalır. Ayrıca, ailenin helâl bir şekilde geçimini temin edebilmen için de bir işin olmalıdır. Böyle bir duruma gelince, hayat çizgin daha bir belirginleşecektir." Evet Ebu Hanife, o biricik talebesi ki, Abbasiler döneminde şeyhülislâmlık pâyesine yükselmiştir; ona böyle nasihat ediyor.

Bu iki zattan biri büyük dimağ, nazarî hukukun bânisi Ebu Hanife Hazretleri ki, bizim mezhep imamımız... Diğeri de Ehl-i Beyt-i Rasûlullah'dan (sallallahu aleyhi ve sellem) gelen ayrı bir imam... Bizim bu anekdottan anlamamız gereken husus, evlilik müessesesinin gayet ciddî bir müessese olduğudur. Bu itibarla, evlenecek kimselere bakılmalıdır; acaba bunlar, bir muallim, bir mürebbi gibi çocuk yetiştirebilecek seviyeye gelmişler midir? Veya bir eşle hayatı paylaşabilecek yaşta-başta görünüyorlar mı? Çocuklarınızı bizim düşünce dünyamıza göre hazırlama konusunda gerekli donanımları var mı?

Namzetler, bu sorularımıza "evet" diyebiliyor, kendilerinden de emin iseler, rahatlıkla böyle bir teşebbüste bulunabilirler. Ama namzetler, kendilerini idareden aciz, üç-beş insanla bile müşterek noktalar bulup geçinemiyor, her gün bir huzursuzluk çıkarıyorlarsa, evlenme ve çocuk yetiştirme adına henüz kıvama geldikleri söylenemez.

"Büyük Türkiye"nin geleceğine bir katkı -ki bu her vatandaşın mefkûresi olmalıdır- ideal fert ve ideal ailelerin mevcudiyetine vabestedir. Evet böyle bir mefkûreyi ancak Kâbe kadar temiz kalbe, Everest Tepesi gibi kamet ü kıymete sahip ve his yapısı, amûd-i nûrânî gibi tâ Sidretü'l-Müntehâ'ya uzanan kimseler gerçekleştirebilirler. Bu, kirli alınların, paslı vicdanların Mevlâ'ya başkaldıranların işi değildir. İç ve dış bütünlüğüne ermiş mamur ve münevver nesillerdir ki -Allah'ın tevfik ve inayetiyle- Büyük Türkiye idealini gerçekleştirecektir. Rasûlü Ekrem'in (sallallahu aleyhi ve sellem) Habbab İbn Eret'e söylediği üslûpla söylemek istiyorum: "Allah (cc) bu işi lütfedecektir ama sizin de sebeplere riayet etmeniz gerekiyor."

Alvarlı Efe Hazretlerine ait şu mısralar, söylemek istediklerimizi gayet güzel ifade etmektedir:

"Sular gibi çağlasan,
Eyyub gibi ağlasan,
Ciğergâhi dağlasan,
Ahvalini sormaz mı?


Sen Hakk'ın kapısında
Canlar fedâ eylesen,
Emrince hizmet etsen,
Allah ecrin vermez mi?"

Evet eğer biz her zaman sular gibi çağlar, başımızı taştan taşa vurarak "Var mı daha gidecek dünyalar?" diyebilirsek, her durakta, her konakta yeni bir bişaret mesajı alır, Allah'ın inayetini bir kere daha duyar ve hiçbir şeye takılmadan hep O'na yürürüz. Mevlâ hakkında inancımız, itikadımız bu merkezdedir. O'nun hüsnüzannımızda bizi yalan çıkarmayacağına dair kanaat-i kat'iyemiz ve iman-ı râsihimiz vardır.

Bu hususlara, dolayısıyla temas ettik. Esas belirtmek istediğimiz husus, neslin terbiye alanlarını millet ruhuyla besleme meselesiydi. Evimizin içinin bir mektep, bir terbiye ocağı hâline gelmesi konusu, ana-babanın, şefkat, re'fet ve rikkatlerini ya da ileride yavrularında görmek istedikleri insânî davranışları bizzat kendilerinin yapması önemli hususlardandır.

Allah'ın (cc) Ahlâkı İle Ahlâklanmak

Allah'ın (cc) Ahlâkı İle Ahlâklanmak

1) Konuşma Âdâbı

Burada ele alacağımız ilk husus, doğrudan doğruya 'ahlâk-ı âliye-i ilâhiye'yle (Cenâb-ı Hakk'ın yücelerden yüce ahlâkı) ahlâklanma konusudur. Bütün düşüncelerimiz, davranışlarımız, hatta hayat arkadaşımızla yan yana geldiğimizde, sohbet ve değişik münasebetlerimizde, mütemâdiyen üzerinde duracağımız hususlar, daha sonraki dönemlerde, çocuğun şuuraltına yerleşmesini düşündüğümüz konular olmalıdır.

Elbetteki bir evde, dünyaya ait işler, hayatımızla alâkalı mevzular da konuşulacaktır. Ne var ki çocuğun yanında bu meseleler dahi görüşülürken, hep onun mevcudiyeti nazar-ı itibara alınmalıdır. Dahası mümkünse, onu ilgilendirmeyen, ona faydası dokunmayan konular, onun yanında anlatılmamalı ve hele onu bir sıkıntı cenderesi içine alabilecek konulardan mutlaka kaçınılmalıdır. Evet, belli bir dönemde, onun ruh ve kalbinde yeşerip gelişecek hususlar çok iyi belirlenmeli ve o, mukavemet eşiğini aşan tahammülfersa şeylere maruz bırakılmamalıdır. Evde, işyerinde, yanımızda bulundukları hemen her zaman, konuşma ve görüşmeler onların mevcudiyetine bağlanmalıdır.

İmkan elverdiği ölçüde onların yanındaki konuşmalarımız, Hz. Allah'a (cc), O'na imana, O'nun nimetlerini anlatmaya ve O'nun dinine dair olmalıdır. Prensip olarak evde, çocukların yanında, sadece daha sonra onlarda görmek istediğimiz meselelerin muhavere ve müzakeresi yapılmalı ki, anne-babanın en önemli meselelerinin neden ibaret olduğu şuuruyla yetişsinler. Bu tavsiyeler bir reçete olarak kabul edilirse, çocuğun gelecekteki problemlerinin büyük bir kısmı halledilmiş olur. Elbette ki daha sonraki devirlerin de kendilerine göre problemleri olacaktır; yeri geldiğinde onların da üzerinde duracağız.

2) Re'fet ve Şefkatte Ölçü

Burada değinmek istediğimiz diğer bir konu da; çocuklarda re'fet ve şefkat duygusunu geliştirme, onları birer merhamet kahramanı olarak yetiştirmek meselesidir. Bu konuda da yine en kestirme tesir yolu, bizzat temsildir. Sözgelimi, kapımıza gelip el açan bir insana, efendi hanımından evvel, hanım efendinin yanında, her ikisi de ellerine, eteklerine koydukları şeylerle ona koşmaları ve derin bir teessür içinde olabildiğine bir ihtimamla onun üzerine eğilerek onu dinlemeleri, çocukların şefkatli yetişmeleri adına müessir bir ders olsa gerek.

Çocuklardaki şefkat duygusunun tevarüs yoluyla elde edilmesi de söz konusudur. Meselâ bazı çocuklar daha küçükken bile gözleri yaşlıdır. Bu hâl onların daha sonraları biraz hisli, ince, rikkatli olacaklarına alamettir. Gerçi bazen onlar da, sırf dikkat çekmek, aileye isteklerini kabul ettirebilmek için ağlar gibi yaparlar; ama incelikten kaynaklanan ağlamalar her zaman farklıdır. İster öyle, ister böyle, çocukların cömert, rikkatli, şefkatli olmasını düşünüyorsak, yuvamızın, sıcak, yumuşak ve burcu burcu şefkat tütmesini sağlamalıyız.

Çocuğun cimri, halk diliyle eli sıkı, dünyaperest, maddeye bağlı yetişmesi, bazı şartlara bağlı olarak onun bencil, çıkarcı, hırslı, mütecaviz ve âsi bir hâl alması yolunda ilk sebepler sayılırlar. Böyle bir çocuk, eğer ilâhî ahlâka bağlı yetiştirilmiyorsa, bu durum o çocuğun hem dünyası hem de ahiretteki sonsuz hayatı adına da bir tâlihsizliktir.

Evet, merhamet ve şefkat çok önemlidir. Cömertlik ve civanmertlik bu ruh hâlinin bir tezahürüdür. Şefkat kahramanları hep kazançta, merhametsizler de hüsrandadırlar. Cömert, fasık olsa dahi cennete gidebilir. Cimri, mümin dahi olsa cenneti kazanma ihtimali düşüktür. Bu sebeple, çocuklarda şefkat ve acıma hissi geliştirilmeli, verme ve ihsanda bulunma duygusu artırılmalıdır ki, hırsa kapılıp dünyaya dalmasınlar ve dünyaya daldıklarından ötürü de Allah'ı ve insanları unutmasınlar. Evet çocuğa vermesini öğreteceksin ki maddeci olmasın; rûhî, kalbî, sırrî hayatı itibarıyla Allah'a bağlı olsun. Ancak bir kere daha hatırlamalıyız ki, verme, fiilen gösterilmez, sözlerle desteklenmezse müessir olmaz. Davranışlarımızla anlattığımız zaman sözlerimiz onların nazarında meleklerin solukları gibi tesirli olacaktır.

3) Mükâfât

Diğer bir husus da, çocuklarımızı muvaffakiyetleri nispetinde mükâfatlandırmamız konusudur. 'Nispet' kelimesini özellikle kullanıyorum. Çünkü, büyük bir muvaffakiyette o muvaffakiyet ölçüsünde, küçük bir başarıda da o başarı nispetinde ödül, adaletli olma müessiriyetinin yanında 'sa'y ölçüsünde semere' esprisine de uygun düşer. Evet ister dinî hayat, ister dünyaya ait meselelerinde -tabiî meşrû olanlarına- her muvaffakiyetin behemehâl mükâfatlandırılması ilâhî ahlâkın gereğidir.

Bu zaviyeden 'anne-baba' biraz da mütefekkir, bilge ve terbiyeci demektir. Bilecek, düşünecek, bakacak, kollayacak ve üzerlerine titreyecektir. Evet eğer anne-baba arabalarına, bağlarına-bahçelerine ehemmiyet verdikleri kadar çocuklarına önem vermezlerse, o çocuğun duygu ve düşüncelerinde güdük kalacağı ya da bodurlaşacağı açıktır. Bu itibarla, daha önce arz ettiğimiz prensiplerden re'fet, şefkat, kadirşinaslık, Hakk'ın nimetleri karşısında serfürû ve inkıyadın yanında, hakikî malikiyetin ve sahibiyetin bir nevi tezahürü olan, 'çocukların her hâline vaziyet etme' konusunda da yine temel kaynağa müracaat etme mecburiyetindeyiz.

Bu temel kaynak Allah (cc) ahlâkıdır. Allah (cc), dünyada iyi işler işleyene ahirette cennet, kötü işler yapana da ceza verir.

Kur'ân-ı Kerim, 'Eğer şükrederseniz, Ben de (nimetlerimi) artırırım; eğer nankörlük yaparsanız azabım çok şiddetlidir.' (İbrahim, 14/7) buyurur.

Allah'ın (cc) ahlâkıyla mütehallık olarak çocuğa karşı tutum ve davranışlarımızı o kadar ölçülü ortaya koymaya çalışacağız ki; Allah da bizi yalnızlığa itmesin.

4) Çocuğu Yarına Hazırlama

Son olarak belirtilmesinde yarar gördüğümüz bir diğer husus da şudur: Çocukların, içinde geliştikleri muhiti hesaba katarak yaş, seviye, bilgi ve kültür durumlarına göre ele alınması. Çocuk beş yaşında ise ona vereceğimiz dinî bilgiler, tıpkı beslenmede takip ettiğimiz usulde olduğu gibi farklı uygulanmalıdır. O, yedi yaşına geldiği zaman vereceğimiz bilgi başka, on yaşına geldiğinde vereceğimiz de başka olmalıdır.

Ancak önemli olan bir husus var ki o da, telkin edeceğimiz her şey, bir bakıma çocuğun içinde bulunduğu yaş-baş ve dönemin bir sonrasına ait olmalıdır; zira o, içinde yaşadığı zamanı zaten nasıl olsa görüp duyacak ve yaşayacaktır. Bu açıdan, mevcut çevrenin verdiği ya da mualliminden öğrendiği şeyler çizgisinde ise yeterli sayılabilir. Öyleyse bizim terbiye adına ona kazandıracağımız seviye, onun daha sonra yaşayacağı hayata ait olmalıdır.

Hz. Ali (kerremallahu vecheh): 'Çocuklarınıza, içinde bulunduğunuz zamanın bilgi ve kültürünü değil, daha sonraki devrin âdâb ve erkanını öğretiniz; zira onlar, sizin içinde yaşadığınız zamandan başka bir zaman için yaratıldılar.' buyurmaktadır. Bu prensip, umumî bilgi ve kültür açısından ele alınacak olursa, 'Şu andaki malumat ve kültürle iktifa etmek dûnhimmetliktir.' demek olur ki, zamanla başkaları gelir sizi geçer ve siz de çok gerilerde kalırsınız. Bu prensibin talim ve terbiye açısından ele alınması, çocuğun içinde yaşadığı zamanı aşıp daha sonraki dönemleri nazara alarak, ona göre bir çizgi takip etmesini kolaylaştırır. Evet, çocuk, altı yaşında iken yedi yaşına ait terbiye verilmeli ve yedi yaşına varınca da sekizinci yaşın programı uygulanmalıdır.

Özet olarak şöyle denebilir; beş yaşına kadar bir çocuğa verilen dinî ve millî eğitim, ortalama akıl-bâliğ olma yaşı sayılan on beş yaşına kadar kademe kademe artırılarak devam ettirilmeli ve verilecek terbiye mutlaka yaşa-başa uygun şekilde verilmelidir ki hazımsızlık olmasın. Yirmi yaşına ulaşmış, gençlik döneminin tam ortasındaki bir gence 'on beş yaş dinî eğitimi'ni vermeye kalkarsanız, onun din, iman, ahlâk adına her şeyini alt üst etmiş olursunuz. Her seviyedeki bünye farklı bir rızık, bir gıda istediği gibi fikir, akıl, his, şuur, idrak ve gönül gibi lâtifeler de inkişafları ölçüsünde, belli seviyede beslenme isterler.

Siz, yetiştirmekle mükellef olduğunuz bir muhatabın içtimâî, fikrî ve aklî seviyesini anlamadan ona bir şeyler vermeye kalkarsanız o kimseyi duyguları itibarıyla manen itmiş, uzaklaştırmış olursunuz. Bugün bir kısım yanlış uygulama ve eğitime rağmen bazı gençlerin hâlâ fikrî, hissî, duyguları sağlam ise bu, tamamen Cenâb-ı Hakk'ın onlara bir inayetidir; ya da bunlar henüz fikren gelişmemişlerdir; yirmi beş yaşındadırlar ama on yaşında veya on beş yaşındakiler gibi yaşadığı devrin çok çok gerilerinde bulunuyorlar demektir. İşte böyle biri, günlerden bir gün seviyesini aşkın dinî, millî, içtimâî herhangi bir farklı mülâhaza ile karşılaşırsa -Allah muhafaza buyursun- kendi değerleri adına sarsılıp irtidat etmesi kaçınılmaz olur.

Terbiye ve terbiye adına rehberliği yaşla-başla atbaşı veya bir iki kadem önde götürme adına din, şu tavsiyelerde bulunur: Çocuğa şayet on beş yaşında namaz kılması farz ise, siz onu on yaşında namaza alıştırın demektedir. Bu, onu oruç tutmaya da, mükellef olduğu dönemde birkaç sene evvel alıştırın mânâsına gelir. Diğer bütün hususları da aynı şekilde düşünebiliriz ki, bu da çocuğun erken dönemden ele alınarak yaşına göre şekillenmesi demektir.

Şunu da belirtmek isterim ki; buradaki değer hükümlerinde ve yargılarda çok kat'î ve tereddütsüz cümleler kullanıyorsak, bu, konuya, Kur'ân ve Sünnet perspektifinden bakabildiğimiz inanç ve en azından o istikametteki kavî zannımıza bağlıdır. Biz, çocuklara vereceğimiz şeylerin küçük yaşta verilmesinin daha müessir olacağına inanıyoruz. Kanaatimiz o ki; eğer onların, mükellefiyet devresinde dinî ferâizi mutlaka yapmalarını istiyorsak, bu çok erken yaşlarda başlamalıdır. Biz şimdiye kadar bu şekildeki yaklaşımın semerelerini çok gördük; çok şahit olduk.

Burada İmâm Cafer'in, mealen bize verdiği bazı yaş ölçülerinden de bahsetmek isterim:

'Yedi yaşa kadar çocukluk devresidir ki, o gördüğü şeyleri taklit eder ve daha çok değişik oyunlara bağlı yaşar. Hatta siz onunla oynar ve eğlenirseniz, o da sizinle eğlenir. Sizden ne görürse onu öğrenir ve taklit eder. Onun hayatı o devreye kadar âdeta bir taklit ve bir oyundur. Ondan sonra yaşına-başına, idrak seviyesine göre telkin dönemi gelir. Bu dönemde, idrak ufku ve anlayış seviyesine göre sık sık rehabilitasyondan geçirilerek millî ve manevî değerlerimize motivasyonu sağlanmaya çalışılır. İşte bu devre Kitabullah'ı talim devresidir; bu da bir o kadar zaman ister. Ondan sonra aklıyla, mantığıyla, muhakemesiyle haram ve helâli öğrenme devresi gelir ki, bu dönemin de o kadar sürdüğünü ilâve edebiliriz.

İmâm Cafer'in usûlüne göre çocuğun yirmi bir yaşında bütün içtimâî ve dinî formasyonunu ikmal etmiş olması gerekiyor. Demek bu yaştan sonra çocuğa bir şey verseniz de oldukça zor kabul edecektir. Öyle ise yirmi bir yaşına kadar reddedemeyeceği şekilde dinî, millî her şeyin çok iyi hazmettirilmesi gerekmektedir. Bu yaşa kadar, pratiği, nazarîsi, aklîsi ve mantıklısıyla dinî hayatı bir bütün olarak benimsemeli ki, esen değişik muhalif rüzgârlarla sarsılmasın. Allah Rasûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) de, Tirmizi'nin rivayet ettiği bir hadis-i şerifte şöyle buyurur:

'Çocuklarınıza yedi yaşından itibaren namazı öğretiniz.'[1] Evet çocuk, o devreye kadar, kendi tecessüsleriyle yaptığınız şeyleri zaten kavramıştır. Artık bir mânâda size sadece, onun elinden tutup o güne kadar tecessüsleriyle algıladığı şeyleri açıklama, yerinde tergiple teşvik, yerinde de biraz terhiple uyarma kalıyor. Öyleyse belli bir yaşa kadar hâl ile gösterme esas iken belli bir dönemden sonra fikrî seviyesine göre ve mantığına hitap edecek şekilde her konuyu şerhetmek gerekecektir. Arz edilen bu delillerin ışığında çocuk, bazıları itibarıyla Mâbud-u Mutlak olan Hz. Allah (cc) karşısında altı yaşında, bazıları itibarıyla sekiz yaşında, bazıları için de en geç on yaşında bir yetişken kabul edilerek onore edilmeli, izzetine ihtimam gösterilmeli ve her şey ona peygamberâne bir azimle anlatılmalıdır. İbadete alıştırma mevzuunda gösterilecek gayretler de aynı ciddiyeti ister.

Allah Rasûlü (sallallahu aleyhi ve sellem): 'Hayâ imandan mühim bir rükündür.'[2] buyurmaktadır. Diğer bir hadis-i şerifte: 'Hayâsı olmayanın imanı da yoktur.'[3] şeklinde ferman eder. Öyleyse hayâlı, edepli, terbiyeli yetişmesini düşündüğümüz nesillerin daha küçükken üzerlerinde durulmalıdır ki, olgunluk devresine geldiklerinde, onlar da o hâl ile hâllensin ve ahlâk-ı Kur'âniye ile mütehallik olsunlar.

[1] Tirmizi, Salât, 182
[2] Müslim, İman, 57,58; Buhari, İman 3; Ebu Davud, Sünnet 14; Nesei, İman, 16; İbni Mâce, Mukaddime 9
[3] Bkz: Ali el-Müttaki, Kenzü'l-Ummal, 3/119.