9 Mayıs 2013 Perşembe

Öldükten Sonra Dirilmeyi (Haşri) Anlatma


Öldükten Sonra Dirilmeyi (Haşri) Anlatma


Çocuk gönülden inanmalıdır ki, dünyadan sonra bir ukbâ, ûlâdan sonra bir uhrâ ve bu âlemden sonra da bir ahiret vardır. İlim, hikmet ve maslahat gösteriyor ki, bu kâinatı Allah kurmuş ve Allah sevk u idare etmektedir. Zamanı gösteren ve tespit eden de yine O'dur. Kur'ân-ı Kerim bu noktayı nazara vererek: "Yeryüzünde dolaşın da, Allah'ın yaratmaya nasıl başlamış olduğunu görün." (Ankebût, 29/20) buyurur.

Bunun anlamı; bizim yeryüzünde dolaşıp bütün âyât-ı tekviniyeyi tetkik etmemiz, sayfa sayfa, safha safha her şeyi gözden geçirmemiz, yaratılışın yeryüzünde nasıl başladığını, bu kâinatların yok iken nasıl var olduğunu, insanoğlunun nasıl zuhur ettiğini, canlıların tür tür nasıl yaratıldığını, insanla mükemmeliyetin nasıl noktalandığını![1] görüp temâşâ etmemizdir.

Âlemi yokken var eden Allah (cc) sonra da neş'et-i uhrâyı öyle inşa edecektir. Bu düzeni kuran, hiç öbür âlemi kuramaz mı? Küre-i arzı bu ihtişamıyla yaratan bir başka küreyi yaratamaz mı? Buraya dünya, oraya da ukbâ diyemez mi? Sizi başka bir âlemden getirip, burada ikamet ettiren, öbür âlemde sizi iskan edemez mi? Çocukların basit dimağları için derin felsefî izahlara girilmese bile bu kadarı yeter gibi geliyor bana. Kaldı ki gökler ve yerler gözümüzün önünde, onların da muhteşem bir yaratılışı var. Denizde balığın yüzdüğü, havada kuşun uçup gittiği gibi, bu nizam-ı âlem içinde o koca koca sistemlerin, nebülözlerin, öyle bir yüzüşü ve o kadar başdöndürücü bir ahengi var ki, nazar-ı ibretle bakanlar için hiçbir şey gayesiz-nizamsız ve başıboş görülmüyor. Üstelik bu âhenk, en basit dimağlar tarafından dahi anlaşılacak kadar açıktır. İşte Kur'ân bütün bunları nazara veriyor ve sonra göklerin ve yerin yaratılması karşısında ayrı bir önem arz eden insanın yaratılışına dikkati çekiyor.

"Gökleri, yeri ve bunların arasındakileri altı günde (devirde) yaratan, sonra Arş'a istivâ eden Allah'tır. O'ndan başka ne bir dost ne de bir şefaatçiniz vardır. Artık düşünüp öğüt almaz mısınız?..." (Secde, 32/4)

"Allah (cc), o zattır ki, yarattığı her şeyi güzel ve sağlam yarattı, sonra da insanı bir balçıktan halketti." (Secde, 32/7)

Kur'ân, bize 'Şu muhteşem sistemleri Allah (cc) yaratıp tanzim etmiştir. Bunları bozduktan sonra O daha başka bir âlem yaratacaktır.' derken siz buna 'hayır' deseniz mantıksız bir iddiada bulunmuş olursunuz. Zannediyorum bu konu, çocuğa da büyüğe de nakledilse, medar-ı itiraz bir nokta bulunamayacaktır. Kur'ân'ın bu kabil 'sehl-i mümteni' pek çok beyanı vardır.

Kur'ân-ı Kerim bir başka yerde haşr ü neşre karşı çıkanlara: "De ki: Onları ilk defa yaratmış olan diriltecektir. Çünkü O, her yaratığı gayet iyi bilir." (Yâsîn, 36/79) buyurur.

Diğer bir âyette de: "Allah'ın rahmetinin eserlerine bir bak ki, arzı, ölümünün ardından nasıl diriltiyor! Şüphesiz O, ölüleri de mutlaka diriltecektir. O, her şeye kadirdir." (Rûm, 30/50) ferman eder.

Kur'ân-ı Kerim'in hiç tekellüfe ve tasannua meydan vermeden bu tarzdaki üslûbu çocuğa da, orta yaşlıya da, daha başkalarına da anlatılması gereken her şeyi anlatacaktır.

Melâike-i kirâm ve kader konuları da hassasiyetle üzerinde durulması gereken mevzulardandır. Her şeyin bir programı, bir projesi, bir plânı olduğunu, kâinatın ve insanın yapılışının da bir projesinin, bir plânının bulunması lâzım geldiğini —ki bu ilmî program henüz kudret ve irade taalluk dairesi dışında bulunan ve 'kader' olarak isimlendirilen konudur— mutlaka değişik usûl ve metodlarla gençlere anlatılmalıdır.

Netice olarak, ancak bütün bu bilgileri verdiğiniz zaman, çocuğa 'sırat-ı müstakîm'i göstermiş ve kavlen, fiilen "Allah'ım, bizi doğru yola hidayet buyur." (Fâtiha, 1/5) demiş olacağız. Böyle kavlî ve fiilî bir duadan dolayı Cenâb-ı Hakk'ın rahmetiyle terbiye gayretlerimiz de —inşallah— boşa gitmeyecektir. Diğer taraftan ibadet ü taatı, sülehânın âsârı içinde sâlihâtı (güzel işleri), namazı, orucu, haccı, zekatı anlatmalı ve çocuklarımızın gönüllerini, itikâdî konulardan amelî meselelere kadar her hususta Cenâb-ı Hakk'a yönlendirmeli ve onların zihnen, fikren, ruhen ölmelerine, hatta kirlenmelerine meydan vermemeliyiz.

Meselâ, şirkin çok çirkin olduğunu öyle anlatmalıyız ki, çocuk, müşrik olmaktansa, cehennemlere girmeyi daha ehven bulmalıdır. Zinanın kötülüğü anlatılınca bu kirli işe girmektense gülerek ölüme gitmesini bilmelidir. Öyle ki eli, dili ve gözüyle dahi bu işe yakın şeyleri yaptığı zaman vicdan azabıyla tir tir titremeli ve ömür boyu ağlamasını bilmelidir. Katlin, hırsızlık yapmanın, yalan söylemenin çirkinliği telkin edile edile bütün bu münkerata karşı onun tabiatında tiksinti hâsıl edilmelidir.

Ayrıca ahlâksızlık sayılabilen hususlarda da, kavlî ve fiilî telkinatta bulunularak, onun ahlâksızlık çirkefi içine düşmesine meydan verilmemelidir. O, daha baştan ahlâken temiz bir hava içinde neş'et ederse —İnşaallahu Teâlâ— daha sonraları esen muhalif rüzgârlar onun duygularını söndüremez ve onun iç yapısını, iç âlemini, his âlemini solduramaz; o her zaman canlı ve daima aşk u şevk içinde Allah'a (cc) kul olmaya bağlılığını ve İslâm'a saygısını devam ettirebilir.

[1] Varsın varlığı izah etmek için Lamarkizm, Darwinizm, Neo-Darwinizm çıkarsınlar... Bütün bu felsefî cereyanlar 'varlık' meselesini izahta sathî ve acizdirler. İlim zaten bu eski felsefelerin iflas ettiğini ispat etmektedir.

Kur'ân Dışı Terbiye


Kur'ân Dışı Terbiye

1) İnsanları Firavunlaştırır

Kur'ân dışı terbiye, bugüne kadar görüldüğü şekliyle fertleri zilletleri içinde potansiyel bir firavun yapmıştır. Evet, firavunluğun iki yönü vardır. Bir yönü itibarıyla güçlü, kuvvetli olma durumu ki işte bu durumda o 'saldırgan, cebbar, zalim, hodfuruş ve bencildir.'

Diğer yönü itibarıyla zayıf ve iktidarsız olma hâlidir ki, bu zaviyeden de o, başkalarının ayağını öpecek kadar zelil, zavallı ve sefildir. Bediüzzaman'ın da buyurduğu gibi, dünyevîlik felsefesine bağlı biri, 'aslında bir firavundur; fakat menfaatı için en önemsiz şeylere ibadet eden zelil bir firavundur... hasis bir çıkar için şeytan gibi, şahısların ayağını öpen denî bir muannittir...' Kur'ân terbiyesiyle yetişmiş bir ruha gelince o, 'Bir kuldur, ama mahlûkatın en büyüğüne karşı dahi ibadete tenezzül etmeyen aziz bir kuldur...'

Bu durum, sadece Hz. Musa'nın karşısındaki firavun için değil, tarihteki bütün firavun meşreplerin ortak vasfıdır. Bu kabil firavunların en mebzul olduğu çağ da bu çağ olsa gerek. İşleri düştüğü zaman veya çıkarları söz konusu olduğunda karşınızda iki büklüm olur, zilletle kıvranır ve ayağınıza kapanırlar; ayaklarını sağlam bir yere bastıkları ve kendilerini güçlü hissettikleri zaman da saldırgan vahşi, hodbîn ve hodfurûş kesilirler. Bu, 'iki yönlülüğün' ifadesi olarak bunlar firavun ve nemrutlukla anılırlar.

Firavunlaşan insanların bu çarpık psikolojisini, Kur'ân şöyle resmeder:

"Derhal (adamlarını) topladı ve (onlara) bağırdı: 'Ben, sizin en yüce Rabbinizim!' dedi." (Nâziât, 79/23-24)

Bu, onun tefer'un ettiği, ordusu ve etrafıyla kendisini büyük gördüğü andır.

Onun bir de alçaldığı, zillete düştüğü hâli vardır. Bu hâliyle o zelillerden daha zelil ve sefillerden daha sefildir ki, onun o esnadaki ruh hâlini de Kur'ân şöyle tasvir eder:

"Biz, İsrailoğullarını denizden geçirdik. Ama firavun ve askerleri zulmetmek ve saldırmak üzere onları takip etti. Nihayet (denizde) boğulma hâline gelince, (Firavun) 'Gerçekten, İsrailoğullarının inandığı Tanrı'dan başka tanrı olmadığına ben de iman ettim. Ben de Müslümanlardanım!' dedi." (Yunus, 10/90)

Gönülden söylemediği, söyledikleri onun riyâkârca çığlıkları olduğu, duygu, düşünce ve ifadelerinde samimî olmadığı dikkatle bakılınca hemen anlaşılır. İhtimal eğer o anda olsun doğru söyleyip istikamet içinde hissiyatını ifade etseydi, Allah (cc) onun imanını kabul edebilirdi. Samimî olmadığı ve sıkıştığından ötürü dua ve yöneliş adına Allah (cc) bu canhıraş çığlıkları kabul buyurmamıştı. İşte bu, tipik bir firavunluktur. Günümüzde yüzlercesiyle karşılaşırsınız bunların. Makam ve mansıpları adına kapınıza kadar gelir el-etek öperler; işleri bitince de çeker giderler.. gider de sizi 'nesyen mensiyya'[1] vefasızlığına mahkum ederler. Doğrusu siz her zaman bu tür insanların, sizin millî problemleriniz, dininiz, imanınız, diyanetiniz ve neslinizin terbiyesi gibi.. konularda hiç mi hiçbir çabada bulunmadıklarını ve sadece göz boyama nevinden sizi aldatmaya çalıştıklarını acı acı müşahede eder ve bunlardan tiksinirsiniz.

Kur'ân dışı terbiyenin terbiyezedeleri, belki bütün hususiyetleriyle firavun değillerdir. Biz de işin bu yanını nazara alarak hassas ve titiz davranıp bu tür hareketlere 'firavun ahlâkı' demekle iktifâ ediyoruz. Bazen bir müminde firavun ahlâkı, bir kâfirde de Musa ahlâkı bulunabilir. Müminde firavun ahlâkı temâdî edip giderse; o mümin -Allah (cc) muhafaza buyursun- neticede firavunlaşabilir. Ahlâk-ı hamîdeden Musa ahlâkına sahip bir insan da neticede, belki bir gün Hz. Musa yörüngesinde seyahat edecek duruma gelebilir. Evet Allah (cc) insanların boyuna-posuna, endâmına, ırkına, sınıfına değil; kalbine, kalbî hayatına, takvasına, zühdüne; tek kelimeyle keyfiyet ya da evsâfına bakmaktadır.

Bu konuda Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyururlar:

"Allah (cc) sizlerin ne cisimlerinize ne de suretlerinize bakar. O, sizin kalblerinize ve amellerinize nazar eder."[2]

2) İnsanları Muannid ve Mütemerrid Yapar

Kur'ân dışı bir terbiye ile yetişmiş insan, mağrur muannittir. 'İzzet-i nefsim, onurum, gururum' der ve bu uğurda nice hakkı ve nice değeri tereddüt etmeden ayağının altına alır. Hâlbuki insana 'inat hissi' hakta sebat ve inandığı davadan dönmemek için verilmiştir.

Evet her türlü mal, mansıp, câh ve her türlü nimetten mahrum edilseniz dahi bildiğiniz ve inandığınız davadan dönmemek için Allah, inat duygusuna esas teşkil eden bir hisle sizi güçlendirmiştir. Ne var ki siz, sû-i istimal ederek bu hissi, yanlış hususlarda hem de ısrarla kullanırsanız, yararlı olan o duygu zararlı bir hâle inkılâp eder. Böyle bir ahlâk içinde temâdi ise —Allah (cc) muhafaza buyursun— bir sukût başlangıcıdır. Neticede böyle bir huy insanı firavunluğa sürükler. Öyle ki artık bu ahlâkta olan bir insan, karşısında 'hakk'ı görse bile kabul etmez ve en küçük bir menfaat karşısında iki büklüm olmadan da geri kalmaz.

Geçmişte de günümüzde de durum aynıdır ve değişmemiştir.. evet Kur'ân dışı, Kitabullah dışı terbiyenin ruhlarda hâsıl ettiği şey dün ne ise bu gün de odur. Biz aydınlar diye söze başlayan, herkese tepeden bakan, kendi gibi düşünmeyenleri insanaltı varlıklar gören, güçsüz ve zayıf olduğu zaman sünepeleşen, imkân ve iktidara ulaştığı zaman kendi gibi düşünmeyenlere hakk-ı hayat tanımayan günümüzde de bir sürü firavun olabilir. Bazı şartlar ve hususi durumlar istisna edilecek olursa karakter bakımından bunlarla eskilerin bir birinden farkı yoktur.

Kur'ân dışı terbiyede sadece karnın doyurulması, nefsin hevesatının tatmin edilmesi söz konusudur. Onlar insanlığın saadeti derken, sadece nefislerinin ve hevesatlarının tatminini düşünürler.

Amerika, Almanya, İngiltere, Fransa, İsveç, Norveç, Hollanda gibi bir kısım memleketler iktisâdî durumlarını düzeltmiş ve kendi cemiyetlerini huzura, saadete kavuşturmuş olduklarını düşünebilirler. Onlara göre, ütopya yazarlarının tasvir ettikleri ideal dünya gerçekleşmiş demektir. Biz gerçek huzur ve saadeti, imanda ve İslâm'da görüyoruz. Onlar ise huzur ve saadetin, ekonomik durumun mükemmeliyeti ve iktisâdî bütün problemlerin giderilmesine bağladıklarından mutluluğu maddî refahın neticesi olarak görmektedir. Yani cüzdan doluysa, devletleri de güçlüyse toplum huzurlu demektir.

Ancak yığın yığın intiharların ve yeni yeni felsefî sistemlerin ortaya çıkması, her gün ayrı bir kılık ve kıyafetteki huruç hareketleri, değişik düşüncelerle kendilerini tatmin etmeye çalışmaları gösteriyor ki, bu toplumlarda çok ciddî bir tatminsizlik ve huzursuzluk bulunmakta ve mutlak saadet için maddî refah yetmemektedir. Buna 'avuntu felsefesi' de diyebiliriz ki, iyi yer, iyi giyerse o mes'uttur, bahtiyardır. Zaten bu felsefe karnını doyurmaya, hevesat-ı nefsaniyeyi tatmin etmeyi, ferdin gayesi olarak görmektedir.

3) Hedefi Menfaattir

Kur'ân dışı terbiyenin hedefi menfaattir. Bütün mücadelelerin esası başka değil menfaattir. Bir iş yaptığınızda, 'Bu işin sonucunda maddî olarak ne elde edeceksiniz?' sorusu hep bu gibi kimselerden gelir.

Yine bunlar, her şeye maddîyatçı bir gözle baktıklarından, "Şimdiye kadar namaz kıldınız da devlet mi yükseldi; oruç tuttunuz da millet refaha mı kavuştu?" derler. İşte bu mentalitedeki kimseler hiçbir zaman hak ve hakikat adına konuşan, imanın, Kur'ân'ın müdafaasını yapan birini hazmedemezler veya anlayamazlar. Buna da isterseniz 'Kur'ân dışı olmanın kabalığı' diyebilirsiniz.

4) Hayatları Mücadele, Diyalektik ve Demagojiye Dayalıdır

Menfaatin en önemli özelliği, her arzuya kâfî gelmediğinden o uğurda boğuşmasıdır. Hedefi menfaat olan her toplum, mevcut menfaatler bütün arzulara kâfi gelmediği için ardı arkası gelmeyen, müteselsil boğuşmalara, vuruşmalara sebebiyet verir. Kapitalizmden komünizme, sosyalizmden faşizme kadar sonunda 'izm' bulunan bütün sistemlerin içinde bulundukları durum, işte bu çerçevedeki menfaat mücadelesidir. Hatta bu mantığa göre gerekiyorsa başkasının mâmelekine el koyma, bir yolunu bulup onun her şeyini almak da caizdir. Evet menfaat üzerine müesses veya menfaatin hedef alındığı Kur'ân dışı sistemlerde yaşamak için en mühim bir düstur çarpışmaktır.. güçsüzün elenip gitmesidir ve yaşamanın muktedirlere has bir imtiyaz olmasıdır.

Bunu biyolojiye tatbik ettiğiniz zaman, karşınıza Lamark veya Darvin'in teorileri çıkar. Tekamül nazariyesinde 'ıstıfa-i tabiî' ya da "Dehrin hadiseleri karşısında mukavemet edenler yaşama hakkına sahiptirler." gibi çarpık esaslara dayandırılan bu sistemler gerçek insanî değerleri yerle bir etmişlerdir. Bu prensibe inananlara göre, devletler ve toplumlar arası konularda da muhite müsait olan, hadiselere karşı koyabilen ve hayat mücadelesinde üstte kalanlar yaşama hakkına sahiptirler. Her şeyi 'Hayat bir cidalden ibarettir.' esasına göre hayvanat âleminden nebatat âlemine kadar bütün varlıkların birbiriyle münasebetlerini vuruşmaya, kavgaya bağlayan bu anlayış, insanların hâlihazırdaki hâllerini de cidalin bir neticesi olarak görmekte ve birbirini yemeyi meşrû saymaktadır.

5) Toplumlararası Rabıta Irkçılık ve Şovenizmdir

Kur'ân dışı terbiyenin fertler ve toplumlar arası kabul ettiği en önemli rabıta kaba ırkçılık ve bazen de —bu asırda çokça şahit olduğumuz gibi— temelinde tamamen 'iştirak' fikri olan şuyûiyye ve komünizmdir. Bu telâkkiler, toplumu bu rabıtalarla bir araya getirmeyi düşünürler. Hâlbuki ırkçılık, şovenizm ve benzer cereyanlar başkalarını yutma esasına göre plânlanmışlardır ve öyle hareket ederler. Meselâ komünizm, karşısındaki bütün sistemleri yutmaya göre programlanmıştır. Faşizm veya Nazizm, karşısındaki bütün sistemleri yutmakla beslenmeye plânlandığını yakın tarih göstermektedir. Evet bu terbiye anlayışının, Birinci ve İkinci Cihan Harplerinde ortaya koyduğu netice bütün vuzuhu ve şenaatiyle ortadadır.

6) Kuvveti Esas Alır

Kur'ân dışı sosyal ve felsefî sistemlerde nokta-i istinat kuvvettir. Kim kuvvetliyse o haklıdır ki, bu da tam bir firavun ahlâkıdır. İnsânî değerlere saygılı olmayan kuvvetin işi tecavüzdür. Meseleyi kuvvet prensibiyle ele alan, her şeyi kuvvete bağlayan bir insanın tecavüzden kendini alıkoyması çok zordur. İnsanlık, hususiyle yirminci asırda yığın yığın bunun örneklerini yaşadı. Öyle ki fertlerin saldırganlığı bir yana, toplumlar dahi sadece birbirini yiyip bitirme içgüdüsüyle hareket etmeye başladılar. Kur'ân dışı ahlâkın onların ruhlarında yaptığı tahribatın tesirleridir ki, müminlerde dahi âdeta bu olumsuzluğun radyoaktif tesiri mahiyetinde çeşit çeşit menfilikler zuhur etmeye başladı.

[1] Manası, 'Unutulup gitmiş' demek olup bu şekliyle Kur'ân'da da geçmektedir. (Meryem, 19/23).
[2] Müslim, Birr, 33; İbni Mâce, Zühd, 9.

İyi Bir Çevre Hazırlama


İyi Bir Çevre Hazırlama

Modern dünyada çocuklar için, mekteplerin yakınında veya başka müsait yerlerde çocuk bahçeleri, kreşler vb. sosyal tesislere çok önem verilir. Onun maddî hayatı ve fizikî dünyasının sıhhatli, sağlam, huzur içinde bir ortamda geçmesi; aileyi meşgul etmemesi donanımlı ve açık yetişmesi için çok önemlidir.

Bunlar düşünülüp taşınılmış ve her türlü faydası ve zararı önceden hesap edilerek yapılmıştır. Ne var ki, çocuğun böyle maddî bir ortam gibi, mânevî hayatını yaşayabileceği, geliştirebileceği, insanlığını duyabileceği; hatta Rabbisiyle gönül münasebetleri kurabileceği bir mânevî ortama da ihtiyaç vardır. 'Çocuk çevresi' derken bu husus da düşünülmelidir. Şimdi burada işte bu hususlarla alâkalı yapılması gerekenleri, arz etmeye çalışacağız.

1) Arkadaş Seçme

Çocuğa, emsali arasında din ve diyanete saygılı arkadaşlar edinmesini sağlama da çok önemlidir. Sağlamakla kalmamalı, ebeveyn bu işin takipçisi olmalıdır. Onun, vatanına, milletine, dinî, millî değerlerine saygılı yetişmesi için, baskıcı bir mülâhaza ile değil, yönlendirici bir tavırla çocuk hep 'gözlemlenme'li ve o en kıymetli varlığımız olarak herkese emanet edilmemelidir. Kaldı ki insan tanımadığı kimseye çorabını bile emanet etmez. Faraza, tanımadığınız biri gelip size diyor ki, 'Arkadaş cüzdanını çaldırabilirsin, memleketimizde çok şakî var; ver o cüzdanını veya çantanı muhafaza edeyim!...' İtimat eder misiniz? Hayır!. Tanımadığınız bir adama ne cüzdanınızı ne de çantanızı emanet edersiniz. Öyleyse nasıl oluyor da, çarşıda, pazarda tanımadığınız, bilmediğiniz kimselere çocuğunuzu emanet ediyor veya takipçiliğini onlara bırakıyorsunuz?. Bence böyle bir 'çelişki'ye düşülmemelidir.

Evet iyi bir arkadaş seçme meselesi de yine anne ve babaya düşmektedir. Sa'dî'nin Gülistan'da dediği gibi, kötü arkadaş kara yılandan, kobradan daha kötüdür.. evet ona yakayı kaptırdığınız da, ya zehirler ya da olumsuz şeylerle meşgul eder. İyi arkadaş melekten daha iyidir. Onunla olduğunuz zaman hep melek ufuklarında dolaşırsınız.

'Kişi sevdiğiyle beraberdir.'[1] Peygamber sözü. Öyleyse anne-baba için çocuklarına arkadaş bulmak çok mühimdir. Çocuğun, duygu ve düşüncesinin şekillenmesinde arkadaş çevresi kat'iyen ihmal edilmemelidir. Eğer çocuk, bozuk bir muhit edinmişse, onu bir an evvel oradan koparmalı ve itimat ettiğiniz başka bir yere göndermelisiniz. Hatta içinde doğup geliştiği mahallede etrafını kötü arkadaşlar sarmışsa; belli yollarla mutlaka onu, o arkadaşlara karşı izole etmeli, başa çıkamıyorsanız okuldan alıp başka bir beldeye göndermelisiniz. Ancak orada da ilk tanışacağı arkadaşlarının dindar, iffetli, namuslu olmalarını sağlamalısınız.

Nerede olursa olsun çocuk, içine girdiği muhitte hemen dinî havayı görmeli, başkalarıyla daha çok yüksek düşünceler etrafında kaynaşmalı ve hemdem olmalıdır. Belki anne sinesine taş basacak, baba da kesesinin, cüzdanının ağzını açma mecburiyetinde kalacak ama, Allah'ın hem kendisine, hem de evlâdına azap edeceği günlerin endişesiyle oturup kalkacak, bugünü ve yarını adına, yılan-çıyan ebeveyni olmamaya çalışacaktır. Bazen çocuk, ders çalışmak ya da ödev yapmak için birinin evine gidecektir; bu durumda da yine gözünüz hep onun arkasında olacaktır.

Evet çocuk arkadaşlarının evine gitmeli; ama o evlerin taşı, toprağı, duvarı Allah demeli, millet demeli; ezan-ı Muhammedî okunduğunda seccadeler serilmeli, aile efradı saf bağlamalı ve cemaatle namaz eda edilmelidir. Evet işte böyle evlerdeki gençlerle arkadaşlık kurulması ve çocuğunuzun böyle bir eve gidip gelip ders çalışması engellenmemeli, hatta teşvik edilmelidir. Aksine onun gidip-geldiği ev, nefsânîliğin şahlandırıldığı günahlara açık yamaçlar gibi ise siz çocuğunuzu kaybetmiş sayılırsınız.

2) Samimî Dinî Havayı Teneffüs Ettirme ve Riyadan Uzak Tutma

Çocuklarınızı dinî merasimlere, camiye, cemaate götürmenin yanı başında, güzel ilâhîlerin okunduğu, mevlid-i Nebevî'nin tilavet edildiği yerlere de götürmelisiniz. Böylece onu, dinî hayata ait usulünden füruuna kadar hemen her konuya açmış olursunuz. O, biraz da fıtratın gereği olarak bu türlü şeylerle meşbû bulunmalı, tatmin olmalı ki, başka arayışlara girmesin. Evet onun dinleyeceği musıki dahi ona, dinini, mukaddeslerini telkin etmeli, onun ulvî hislerini inbisat ettirmeli ve onda Allah (cc) duygusunun gelişmesine ortam hazırlamalıdır.

Ancak şunu da ifade etmeliyim ki, bu tür merasimlerde mevlithan ve kârîlerin, okudukları şeyler gırtlaklarından aşağıya inmiyorsa, samimiyetsizlik çocuktaki dinî duygu ciddiyetini sarsıyorsa, kanaatimizce cami ciddiyetinin dışında, bu türlü mürâîlerin meclislerinden de çocuğun uzak tutulmasında yarar var. İlâhî ve mevlid, gönlün yıkanması, arınması, vicdanın dupduru hâle gelmesi için arındıran bir kurnadır. Ama gözünden bir damla yaş gelmeyen birinin: 'Seni andıkça gözyaşlarım ceyhûn olur.' demesi, Allah'a (cc) karşı söylenen bir yalandır. Böyle bir yalanı o çocuğun duyması onun duygularına karşı işlenmiş ciddî bir saygısızlıktır.

Çocukluğumda, 'Allah'ım, seni andıkça ürperiyorum.' mânâsında Arapça bir cümle yazarken işte o zaman ürperdim ve kalemi elimden bıraktım. Hatıra olarak hâlâ onu defterimde saklarım. Ürpermediğim hâlde ben nasıl 'Allah'ım ürperdim!' derim, diye hicap ettim, utandım. Evet söylediği sözler, gırtlağından aşağıya inmeyen ve gözünden yaş gelmeyen; ama ellerini açıp 'Gözyaşlarımızla huzuruna geldik.' diyen bir mürâînin o çocuk tarafından görülmesi dahi, çocukta değişik istifhamlara yol açabilir.

Dikkat ederseniz, mevlid ve ilâhîyi bir taraftan dinî merasim olarak ele alıp, çocuğun, rûhî hayatıyla neşv ü nemâ bulması hususunda mühim bir unsur kabul ederken, diğer taraftan da onu yalana, riyâya, gösterişe alıştırabilecek münasebetsizliklerden uzak tutulmasını da aklın, mantığın, firâset-i dîniyenin muktezası sayıyoruz. Zira çocuk, küfürden uzak tutulduğu kadar riyâya karşı da antipati duymalı, dini samimiyette aramalı ve ona inanmadığı hâlde bağırıp çağıranı değil de, gönlünün heyecanlarını terennüm edeni, gönlünün nağmelerini besteleyip size sunan insanları dinletmelisiniz.

Bu bizim dinî anlayışımızın gereğidir ki, sahabinin hayatında da aynı hususları görürüz. Zaten bu tavır, Rasûlü Ekrem'in (sallallahu aleyhi ve sellem) tarz-ı telâkkisidir; sahabenin de başka türlü olması düşünülemez. Bu prensibi kabul ettiğimiz zaman dinin de esas kabul ettiği bir hususu kabul etmiş olur; aksine, kendi yanlış anlayışımız içinde kaldığımız zaman da evlât ve ahfadımızın dalâletine zemin hazırlamış sayılarız. Hatta bu mevzuda -aşırı bulmayınız- çocuklarınızı riyâkarların meclislerine götürmekten ve mürâî bir ilâhîciyi dinletmektense, dinin ciddî bir iş olduğunu, azamet ve vakarının bulunduğunu anlatabilme açısından, bu ciddî ve vakûr dinî havayı ifade edebilen herhangi bir düşünürle tanıştırılmasını tavsiye ederim.

Dikkat edilirse, meseleyi keyfiyet bozukluğu içinde ele alanların tenkidi yapılmaktadır; ilâhî dinleyip dinlememe değil.. evet neslimizi korumayı düşünüyorsak, mürâîlerin meclislerinden de uzak tutmak mecburiyetindeyiz.

3) Münasebet Kuracağı Kişi ve Yerleri Seçme

Ailenin sıhhatli olmasıyla alâkalı gereken şeyler üzerinde daha önceki bölümlerde durmuştuk. Aslında, anne-baba tarafından iyi görülüp gözetilen ve iyi beslenen bir çocuk dış çevrenin olumsuz tesirlerinden büyük ölçüde korunmuş olur. Ancak, yine de yakın takip çok önemlidir. Hatta çocuk, defter-kalem vs. almak için bile öyle yerlere yönlendirilmelidir ki, orada kötü söz ve menfî tesirlere maruz kalmasın. Evet o, sakıncalı kitapların teşhir edilip satıldığı yerlere girmemelidir. Bu kadarcık olsun, bakışı, his dünyası, görüşü bulanmamalı ve o, uğradığı her yerde Allah'a (cc) ait dine ait, ülküsüne ait dupduru işaret ve işaretçilerle karşılaşmalıdır. Tekrar hatırlatmalıyım ki onun defter, kalem, kitap alacağı yerler dahi pederi, velisi tarafından seçilmeli ve o kadarcık olsun yanıltılabilmesine fırsat verilmemelidir.

Çocuk, bir elbise diktirecekse, gittiği terzide, kendi dünyasını görmeli ve kendi dünyasından sesler duymalıdır. Hatta orada oturduğu süre zarfında, dinden diyanetten, vatanın teâli ve terakkisinden bahsedilmelidir ve terzinin dahi elinde kumaş ve iğnesi işini görürken, bir taraftan da yanına gelenlerin ruhlarında kendi düşünce atlasımızın boyasını çalmalıdır. Duyguları, dili hakikati ifade etmeli, hissiyatı hakikatin tercümanı olmalı, elindeki elbiseyi evirip çevirirken, düşünce dünyamızı da defaatle hallaç etmelidir. Bunlar, yakın takibi müşahhaslaştıran örneklerdir; yapılacak şeylerse bunlardan daha ötededir.

Bu ölçüdeki hassasiyet onu insanlardan koparma şeklinde anlaşılmamalıdır. Aksine, çocuğumuzun müspet mânâda gelişmesi adına hassasiyet olarak telâkki edilmelidir. Konuyu biraz daha teferruatlandırabiliriz; çocuğu tıraş için öyle bir berber intihap edilmelidir ki, elindeki makinenin kolunu hareket ettirirken, 'Allah'ın adına' mânâsına, 'bismillah' demeli, çeşmeyi açarken, suyu dökerken ve oturup kalkarken her şeyi 'bismillah'la bağlamalıdır. Böyle bir berberiniz yoksa, hayat adına tamam sayılmadığınız için zamanla bu eksiklik, çocukta farklı şekilde kendini hissettirecektir.

Bu münasebetle ehemmiyetli bir noktaya dikkatinizi istirham edeceğim. Bir velîmeye gitmek dinî bir vazife ve bir sorumluluktur. Kâinatın Efendisi (sallallahu aleyhi ve sellem) buyururlar ki: 'Sizi bir düğüne, bir nişan merasimine davet ettikleri zaman icabet ediniz.'[2] Aleyhissalâtuvesselâm'ın bu emrine muhalefet edilemeyeceği açıktır. Böyle bir emir karşısında her mümin; 'Boynum kıldan incedir.' der ve inkıyad eder. Amma dinin bir diğer prensibi olarak, içinde lehviyat, ma'siyyat, mâlâyâni şeylerin, hatta cürmün ve günahların irtikâp edildiği bir düğüne gitmeme de dinî bir tavırdır. Çocuğun gördüğü şeylerle bozulacağı, kafasına girip düşüncelerini bulandıracağı durumlar söz konusu ise, elbette ki onun böyle bir düğüne gitmesine kimse cevaz veremez.

4) Çocuğun İzleyeceği Televizyon Programlarını Seçme

Evinde televizyon bulunduran mümin, çocuklarına seyrettireceği programları hassasiyetle intihap etmelidir. Televizyonun cürmü ve günahı olduğunu söylemiyoruz. Bu sözlerimiz televizyon aleyhtarlığı şeklinde de algılanmamalıdır. Ne var ki, televizyon kanalları ve programları arasında seçim yapmak da terbiye açısından bir zarurettir. Kaldı ki günümüzde Türkiye Cumhuriyeti hükümetleri de konuya bu şekilde yaklaşmış ve bilhassa çocuklarla alâkalı değişik önlemler almışlardır. Evet onlar da bir kısım programlarının, hatta yayın politikalarının ve bazı filmlerin gençlerin ahlâkını ifsat ettiğini düşünerek müeyyideler getirmişlerdir. Gerçekten de bazı yayınlar, gençliğin ahlâkî ve itikâdî düşüncesini sarsmakta ve onların ruh dünyasını karartmakta, fısk ü fücûru da terviç etmektedir. Binaenaleyh, bir televizyon kanalı, ahlâkınıza karşı savaş ilân ettiği hâlde evinizde hâlâ izlenebiliyorsa başta çocuklar olmak üzere o hânedekilerin ahlâklarının tefessüh etmesi, içten içe çürümesi kaçınılmaz olmuş demektir.

Bu sözlerimiz, kat'iyen ilmin, gelişmişliğin, tekniğin, fennin karşısında olduğumuz mânâsına hamledilmemelidir. Biz, tekniğin, insanlığın saadetine ve huzuruna matuf kullanılması ve geliştirilmesinden yanayız. Allah'ın (cc) bu nimetlerinden fikir, kültür, sanayi, sıhhat, tıp.. gibi hususlar adına mutlaka istifade etmeliyiz. Böyle bir yaklaşım gericilik değildir; gericilik, bazı televizyon kanallarının onca şenâet, denâet, ve gayr-i ahlâkiliğine karşı her şeyi sineye çekip nesillerin tefessüh etmesine sessiz kalmaktır.

5) Kur'ânî Terbiye ile Yetiştirme

Hemen her ortama çarçabuk intibak eden çocuğun kalbi, kafası, kulağı, gözü ve sair duygularının günaha alışmasına meydan vermeme ve onun tertemiz bir muhitte neş'et edip gelişmesini sağlama yuvada görüp duyduğu; duyup doyduğu, dolduğu dinî atmosferi dışta da verebilme ve dış çevrenin aile muhitine mutabık olmasını temin etme de yine ebeveynin, muallimin, mürebbinin vazifesidir.

Aslında bütün güç ve kuvvetin baskı unsuru olarak kullanıldığı, Hakk'ın ayaklar altında çiğnendiği bir devirde, duygu ve düşünce istikametinin ve insan olma onurunun muhafaza edilmesi çok önemlidir. Binaenaleyh neslin terbiye-i Kur'âniye ile terbiye edilmesi ve ahlâk-ı Kur'âniye ile ahlâklandırılması; ahlâklandırılıp daima Hakk'a taraftar hâle getirilmesi, en aşılmaz güçler, kuvvetler karşısında dahi sarsılmayacak bir kıvama ulaştırılması milletçe varlık ve bekamızın en önemli esasları olduğu kanaatindeyim. Zira, hem duygu ve vicdan âleminde, hem de realiteler dünyasında ideal toplum örneği sadece Kur'ân sayesinde gerçekleşmiştir.

Denebilir ki, bin seneyi aşkın bir zaman dilimini ışıklandıran ve emin ellerle temsil edildiği sürece hep göz kamaştıran o mükemmel İslâm toplumu Kur'ân'ın aydınlık ikliminde neş'et etti. Bu toplumun ortaya çıkışı, tarihin akışını değiştirişi insanlık âleminin en hayretengiz hadisesi olmuştur. Bu mükemmel toplum ve onu meydana getiren fertler, hiçbir düşünce, hiçbir felsefî cereyanla zihinlerini bulandırmamış, Kur'ân'ın dupduru kaynağından beslene beslene böyle bir kıvama gelmişlerdi.

Peygamber Efendimiz'in (sallallahu aleyhi ve sellem) ahlâkı, huyu Kur'ân'dı; O'na iktida edenler de Kur'ân'ı duyuyor, onu yaşıyor ve onunla yeşeriyorlardı. Kur'ân'la irtibatlı göründükleri hâlde böyle bir mükemmeliyet sergileyemeyenler, onun ruhuna nüfuz edememiş sathî ruhlar ve sathî düşüncelerdir.

Kur'ân'ı anlamak ve onunla dirilmek, onun özünde derinleşmeye bağlıdır. Sadece onun ibare ve lâfızlarıyla oyalananlar -Allah bilir- sevap kazansalar da sevaba açık bir topluluk hâline gelemezler. Kur'ân'la münasebetimiz açısından asıl mesele, kalb, şuur, irade, idrak ve hislerimizle ona yönelerek benliğimizin bütün buutlarıyla onu duymaktır. İşte böyle bir yöneliş ve duyuş sayesinde Allah'ın bize seslendiğini hisseder, suya ve ziyaya ulaşmış rüşeymler gibi birdenbire yeşeririz. Âyetlerin her kelimesinde, her cümlesinde farklı derinliklere erer, ruhumuzun atlasını temâşâ ettiğimiz aynı anda göklerin haritasını müşahede etme ufkuna ulaşırız.

Bana göre yeni bir nesil, ancak buna denk bir atmosferde oluşturulabilir.. ve derken bir 'salih daire' süreci başlar; Kur'ân bütün esrarını sinelerimize boşaltır.. ve böyle bir zenginlikle ilimden imana, imandan marifete yükseldikçe, ona muhatap olma seviyemizin farklılaşmasıyla daha bir iç derinliğe ulaşırız; ulaşır ve Allahü Teâlâ'nın sözlerindeki enginliği daha bir farklı kavrarız. Evet, aksiyon öncelikli ve pratik eksenli Kur'ân talebeliği, onun bize açılması için biricik yoldur. Aksine, Kur'ân'a karşı irtibat ve saygımız şekilde kalıp öze inemediği sürece de ona yakınlık içinde uzaklıklar yaşarız. İnsanlar, Kur'ân'ın ruhundan, onu hayata hayat kılma zenginliğinden mahrum kaldıkları sürece, gerçekten mahrum ve talihsiz sayılırlar. Kur'ân'la münasebette işin esası, bilginin ötesinde bütün insânî sistematiğin harekete geçirilmesidir. Elde edilen bilgilerin birer muharrik güç hâline getirilerek, Kur'ân'dan anlaşılan şeylerin şartlar, durum ve atmosfere göre realize edilmesi bir esastır. Bu yapılabildiği taktirde, insan yaratılış gayesi çizgisinde yerini alacak ve zebil olup gitmekten kurtulacaktır.

[1] Buhari, Edeb 96; Müslim, Birr 165; Ebu Davud, Edeb 122; Tirmizi, Zühd 50
[2] Müslim, Nikah, 98,101; İbni Mace, Nikah, 25; Müsned, 2/22

Terbiyeyi Her Yaşta Devam Ettirme


Terbiyeyi Her Yaşta Devam Ettirme

Bir hakikati, bir düşünceyi ikame etmek, yerleştirmek başkadır, devam ettirmek daha başkadır. Bin bir ihtimamla teessüs ettirilmiş nice mefkûre ve ona bağlı müessese vardır ki, kuruluş ve işleyiş şartları itibarıyla herhangi bir kusur söz konusu olmasa da, devam adına gerekli olan hassasiyet gösterilemediğinden iki adım ileriye gidilememiş; hatta bir kısım 'şerrü'l-halef'ler yüzünden teessüsüyle yıkılış sürecinin başlaması bir olmuştur.

Evet bir şeyi inşa etme çok önemlidir. Ne var ki, inşa edilen her ne ise onun idamesi ve geliştirilmesi ondan daha önemlidir. İlk Müslümanlar, daha sonra da bizim milletimiz, bir toplumu ayakta tutabilecek dinamiklerin cemiyete mal olması, sonra da korunup kollanması mevzuunda fevkalâde titiz davranmış aklî, mantıkî, hissî hiçbir boşluğa meydan vermedikleri gibi, bilip inandıklarını hayata geçirme konusunda da asla kusur etmemişlerdi. Elbetteki bununla ferdî kusurları kastetmiyorum. Maksadım sıhhatli toplum ve onun istikbal vadetmesi için gerekli olan esaslardır. Daha sonraları ise, bizim gibi bazı mirasyediler ya da meselenin ruhunu bilmeyenler ve İslâmî konuları sadece bir yönüyle ele alanlar, işi temelinden bozduk ve bize emanet edilen tarihî mirası geliştiremedik; hatta bir mânâda kuruttuk.

1) Şerrü'l-Halef Olmama

Kur'ân-ı Kerim'de, 'Kitap'ta Meryem'i de an!; Kitap'ta İbrahim'i de an!; Kitap'ta Musa'yı da an!; Kitap'ta İsmail'i de an!; Kitap'ta İdris'i de an...' şeklinde, çeşitli nebilerin durumlarını bize peşi peşine sıralayan âyet-i kerimeler bulunmaktadır.[1] Kur'ân-ı Kerim, Meryem sûresinde bu seçkin insanların hususiyetleriyle beraber açtıkları çığırları da anlattıktan sonra şöyle buyurur:

'Nihayet onların peşinde öyle bir nesil geldi ki, bunlar namazı zayi ettiler; nefislerinin arzularına uydular. İşte bu yüzden de ileride sapıklıklarının cezasını çekecekler.' (Meryem, 19/59)

İşin mebdeinde Hz. Nuh, Hz. Âdem, Hz. Musa, Hz. Mesih, hatta Hz. Ruh-u Seyyidi'l-Enâm Muhammed Mustafa (sallallahu aleyhi ve sellem) olabilir. Şayet onlardan sonra gelenler şerrü'l-halef, yani onlara ters dönmüş, dolayısıyla da namazı zayi eden -dikkat edilirse, namazı terk eden demiyor- kılarken kılmıyor sayılan, Allah'a yakınlık vesilelerini uzaklık unsurları gibi kullanan, huzurda gaybûbet yaşayan; bu yetmiyormuş gibi kalkıp şehavâta yani cismânî arzularına uyan, dini kendi hevâsına göre yaşayan kimseler ise, yolun başlangıcındaki büyük insanların büyüklüklerinden yararlanmaları mümkün değildir.

Bizden evvelkilerin kaybettiği aynı noktada biz de kaybetme durumuyla yüz yüzeyiz. Namaz kılmak ağır geldiği için namazsız bir Müslümanlık, oruç zor olduğu için oruçsuz İslâmiyet ve cismânî arzulara uymada hudut tanımayan bir din anlayışı. İşte dünü de bugünü de kirleten mülevves düşünce!

Oysaki mümin, her hâliyle hem imanın, hem emniyetin hem de Hakk'a teslimiyetin temsilcisi demektir. Evet o, Allah'a inandığı gibi, O'nun huzurunda iki büklüm ve yasakları karşısında da tir tir titreyen insan demektir.

2) Namaz Kılmanın Önemi

Rasûlü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) kutsî bir beyanında:

'Namazımızı kılan, kıblemize yönelen ve bizim kestiğimizi yiyen bizdendir.'[2] Şimdi lütfen siz de buyurun bunun mefhum-u muhalifini düşünün!

Başı secdesiz, vicdanı paslı, insanlara karşı saygısız, anarşi çıkaran, nizam düşmanlığı yapan, devlet otoritesine karşı savaşan ve ülkede anarşiyi ikâme etmeye çalışan, bu hevâ ve hevesin çocuklarını siz kimden sayacaksınız!? Siz kimden sayarsanız sayın, böyle insanların Hz. Muhammed'in (sallallahu aleyhi ve sellem) daire-i kudsiyesi içinde yerleri yoktur.

Evet namaz çok önemlidir; biz de o konuda müteyakkız olmalıyız. Namaz kılmayanı Rasûlü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) ortada bir insan olarak göstermişti. Hele konu iman ise o daha da değişiktir. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) bir savaşa giderken bir kişi yardım teklifinde bulunur. Allah Rasûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) 'Sen inanıyor musun?' der. O da inanmadığını söyleyince, 'Senin yardımın bana lâzım değil.' buyurur.[3]

Evet, iman müminleri sahil-i selâmete götüren bir gemi, namaz da onun en hayâtî unsurudur. M. Lütfi Efendinin dediği gibi 'Namaz dinin direğidir, nurudur, sefine-i dini namaz yürütür, cümle ibadetin piridir namaz...'

Allah Rasûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) bir başka hadis-i şeriflerinde ise şöyle buyururlar: 'Münafıklara en ağır gelen namaz sabah ve yatsı namazlarıdır.'[4] Şimdi biz, acaba bu namazları aşk u şevk ile kılabiliyor muyuz? Bana kalırsa, nifak duygusuna karşı gerçek tavrın adı namazda aşk u şevktir.

[1] Bkz: Meryem, 19/16, 41, 51, 54, 56
[2] Nesei, İman 9; Buhari, Salât 28
[3] Müslim, Cihad, 150, Tirmizi, Siyer 10; Ebu Davud, Cihad 153
[4] Buhari, Mevâkît, 20; Müslim, Mesâcid, 252; İbni Mace, Mesâcid, 18

Terbiye ve Genç


Terbiye ve Genç

Terbiye başlı başına bir güzelliktir ve kimde olursa olsun takdir edilir. Evet, cahil dahi olsa, terbiyeli olduğu takdirde sevilir. Millî kültür ve millî terbiyeden mahrum milletler, kaba, cahil ve serseri fertlere benzerler ki, bunların ne dostluğunda vefa, ne de düşmanlıklarında ciddiyet olmaz. Böylelerine güvenenler, hep inkisar-ı hayale uğrar; bunlara dayananlar, er-geç desteksiz kalırlar.

Bir üstada çıraklık yapmamış ve sağlam bir kaynaktan terbiye almamış mürebbî ve mürebbiyeler (eğitimci), başkalarının yollarına fener tutan körler gibidirler. Çocukta görülen arsızlık, şımarıklık, bağrında geliştiği kaynağın bulanık olmasından meydana gelmektedir. Ailedeki duygu, düşünce ve hareket intizamsızlığı, katlanarak çocuğun ruhuna akseder. Tabiî, ondan da topluma...

Terbiye ile imdadına koşulacağı âna kadar genç, yetiştiği çevre, heves ve zevkin pervanesi; ilim, basiret ve mantığın uzaklarında dolaşan bir deli ve kanlıdır. Genci, geçmişiyle bütünleştirip geleceğe hazırlayacak olan iyi bir terbiye, onu müstakbelin Ömerleri hâline getirecektir.

Bir milletin yükselip alçalması, o millet içindeki genç kuşakların alacakları ruh ve şuura, görecekleri talim ve terbiyeye bağlıdır. Gençleri iyi yetiştirilmiş milletler, her zaman terakki etmeye namzet olmalarına karşılık, onları ihmal etmiş milletlerin tedennileri ise kaçınılmazdır.

Bir milletin geleceği hakkında kehanette bulunmak isteyenler, o milletin gençlerine verilen terbiyeye baksalar, hükümlerinde yüzde yüz isabet ederler.

Bir milletin ıslâhına fenaları imha etmekle değil, nesilleri millî kültür ve millî terbiye ile insanlığa yükselterek hizmet edilmelidir. Din, tarih şuuru ve gelenekler halitasından ibaret mukaddes bir tohumu yurdun dört bir bucağında çimlendirmedikten sonra, imha edilen her fenanın yerinde birkaç tane yenisi ot gibi bitecektir.

Mekteplerde en az diğer dersler kadar terbiye ve millî kültür üzerinde de durulmalıdır ki, vatanı cennetlere çevirecek sağlam ruh ve sağlam karakterli nesiller yetişebilsin. Tâlim (öğretim) başka, terbiye (eğitim) başkadır. İnsanların çoğu muallim olabilir ama, mürebbî olabilen çok azdır.

En lüzumlu olduğu hâlde en az üzerinde durulan dersler, millî kültür ve millî terbiye dersleridir. Bir gün dönüp bu yolu işletmeye koyulursak, milletin terakkisi adına en isabetli kararı vermiş olacağız.

Her insanın geleceği, çocukluk ve gençlik çağlarındaki intiba ve tesirlerle sımsıkı alâkalıdır. Çocuklar ve gençler, yüksek duygularla coşup şahlanacakları bir iklimde yetişiyorlarsa, zihnî ve fikrî durumları itibarıyla diri, ahlâk ve fazilet itibarıyla da örnek olmaya namzet sayılırlar.

İnsan, duygularının pes şeylerden uzak olduğu ölçüde insandır. Kalbi kötü duyguların baskısı altında, ruhu nefsanîliğin cenderesine takılmış kimseler, sûretâ insan görünseler de düşünmek icap edecektir. Terbiyenin bedene ait olan kısmını hemen hemen herkes bilir ama; asıl işe yarayan fikrî ve hissî terbiyeyi anlayan çok azdır. Oysaki, birinci şık terbiye ile daha ziyade kas güçleriyle beden insanları, ikinci şıkla ise ruh ve mânâ insanları yetişir.

Salih Amel, Salih Kimseler İle Tanıtılmalıdır


Salih Amel, Salih Kimseler İle Tanıtılmalıdır

Salih ameli, sulehâ (salih insanlar) ile tanıtma, ebeveynden ziyade muallimi ve mürebbiyi ilgilendiren bir husustur. 'Salih ameli salihler ile tanıtma konusunda nasıl hareket etmemiz gerekir?' konusu ile ilgili duygu ve düşüncelerimizi şöyle açıklayabiliriz:

Evet, çocuklar, gençler salih ameli öğrenmelidirler; ancak sadece öğrenme nazarî bir bilgiden ibaret kalacağı için, bu nazarî bilgilerin sülehâ ile tanıtılması ve güzel işlerin, onların kahramanlarıyla hatırlatılması çok önemlidir. Daha küçük yaşta iken, o çocukların zihinlerine, namazıyla-niyazıyla büyük bildiğimiz insanlar girmelidir ki, çocuk, yürüdüğü yolun, daha önce de bazı mühim zatların yürümüş olduğu bir şehrah olduğunu bilsin ve o yolda olmanın bütün ezvakını duyabilsin. Belli bir yaşa geldiği zaman, günde şu kadar namaz kılan ya da senenin pek çok günlerinde soğuk-sıcak demeden oruç tutan bir insanın zâhirine bakarak karar verecek olursak Allah indinde efdal bir insan olduğuna inansın ve onun gibi olmaya imrensin. Netice itibarıyla din ve diyaneti adına yaptığı her şeyi, onun ruh ve mânâsına bağlayarak yapacak ve muhalif rüzgârlar karşısında sarsılmayacaktır.

Allah Rasûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), 'Şu devirde münafıklar yaptıkları şeyleri sizden gizlemek için nasıl utanıyor, hicap ediyor, durumlarını sizden gizliyorlarsa; bir gün gelecek müminler de (inançlarını ve amellerini) saklayacaklardır.'[1] buyurur.

İşte bazı dönemlere mahsus bu hastalığı, genç nesillere daha çocukluk döneminde aşma yolları gösterilmeli ve sonraki günlerde teklemelerine meydan verilmemelidir. Dahası onlara dinin bir izzet vesilesi olduğu telkin edilmeli ve Allah'ın emirlerine cân-ı gönülden sarılma ruh hâletiyle yetiştirilmeleri sağlanmalıdır.

Burada, yaşanmış bir örnek arz etmek istiyorum. Çocuğunun eğitimini sağlam bir şekilde plânlayıp onu hep yakın takibe alan bir ailenin kız çocuğu bir gün geliyor, bu küçük mürşide kendi muallimesine tesir ediyor. Gerçi sevdiği muallimesi insanlığa ait bütün nezaketini korumakla beraber, dinsizlik her gün onu biraz daha yıpratmakta ve manen tüketmektedir. Çocuk, ruhunda derinleştirdiği din hakikatinin tesiriyle bir gün arka sıralardan birinde birdenbire hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlar. Derken o şefkatli muallime yanına gelir ve ona, 'Yavrum niçin ağlıyorsun?' der. O da 'Hocam sana ağlıyorum.' şeklinde cevap verir ve devam eder: 'İnanmadığın için Allah'ın (cc) seni cezalandıracağına üzülüyorum.' diye mırıldanır. Nutku tutulan kadın, hiçbir şey söylemeden geriye çekilir ve birkaç gün sonra da, çehresinde inanmış olmanın bütün güzellikleri -talebe- mürşidesinin yanına gelir ve sevinçlerini paylaşırlar.

Bu çocuğa, imanla beraber izzet de telkin edilmiştir. Mamafih, izzet Allah'a ait bir hususiyettir.[2] Ama Allah'ın (cc) dinî prensipleri yaşayanları aziz, onları terk edenleri de zelil kılacağı yine bir dinî gerçektir. Evet çocuk, duygusundan, düşüncesinden ve yürüdüğü yoldan emin olmalıdır ki, daha sonraları aşağılık duygusuna kapılmasın ve inkâr cereyanları karşısında ezilmesin. Dahası o, namaz kılmayı, oruç tutmayı bir büyüklük olarak algılamalı ve namaz kılması icap ettiği yerde tereddüt etmeden tekbir alarak, sadece o Yüce Allah'a (cc) karşı eğildiğini ortaya koymalıdır.

Kur'ân-ı Kerim, yapacağımız ve yapmayacağımız konularla alâkalı bir taraftan günde en az kırk defa: 'Rabbimiz! Ancak Sana kulluk eder ve yalnız Senden medet ve yardım umarız. Bize doğru yolu göster.' (Fâtiha, 1/5-6) gibi âyet-i kerimeleriyle bizi, şühedâ, sıddîkîn ve ebrârın yoluna hidayet etmesi arzusunu, dua ve dileğini ortaya koyarken, diğer taraftan da 'Kendilerine lütuf ve ikramda bulunduğun kimselerin yolunu; gazabına uğramışların ve sapmışların semtine değil!' Âmin. (Fâtiha, 1/7) beyanlarıyla, tafsile girmeden ve bâtılı tasvir etmeden olumsuzluklara dikkat çeker ve rıza yolu, cennet yolu istikametinde arzularımızı şahlandırırken, küfür, küfran ve dalâlet yollarına karşı da tavrımızın olması gerektiğini ortaya koyar.

Bu üslûp, terbiyelerini derpiş ettiğimiz kimselere karşı da bir örnek teşkil eder. Sürekli Allah'ın hoşuna gidecek yol ve yöntem nazarına verilmeli ve onların ruhunda Allah'ın (cc) hoşlanmadığı şeylere karşı bir tepki hâsıl edilmelidir. Aslında böyle davranmak bizim için bir vazifedir. Allah'ı (cc) tanımayan, O'nu tevhid-i ulûhiyet ve tevhid-i rububiyetle hayatının tek hakimi kabul etmeyen mes'ul olur. Zira vazife-i fıtratını bilmeyen, yaratılış hikmetine akıl erdiremeyen, dünyaya niçin geldiğini kavrayamayan; hatta kâinatta esbap ve müsebbebât arasındaki münasebeti sezemeyen, dahası bütün bu esrar perdelerinin arkasında kendini bize hissettiren Allahu Azîmüşşân hakkında iman ve izâna sahip olamayanın dünya ve ukbâda felâha ermesi söz konusu değildir. Allah (cc) böylelerini de, böyleleriyle haşr u neşr olanları da iflâh etmez. O, 'Onlara küçük bir temayülle dahi olsa eğilim gösterirseniz ateş size dokunur.' (Hûd, 11/113) buyuruyor.

[1] Ali el-Müttaki, Kenzu'l-Ummal, 11/176
[2] Nisa, 4/139; Yunus, 10/65; Fâtır, 35/10; Münâfıkûn, 63/8

Dînî Eğitimde Müspet İlimlerden Yararlanma


Dînî Eğitimde Müspet İlimlerden Yararlanma

Çocuklar fizik, kimya, astronomi, atom fiziği ve benzeri pozitif ilimleri tahsil ederken onların bu seviyedeki kültürlerine paralel olacak şekilde "akâid-i hâkka-i İslâmiye"nin anlatılmasında zaruret vardır. Maddecinin maddeyi esas alıp her şeyi ona bağlamasına mukabil, mümin de maddeyi, Allahu Teala, ahiret, Kur'ân ve iman mevzuunda yerinde değerlendirmelidir. Evet, bütün tarihî maddecilerin boğulduğu madde bataklığında, müminler gül bitirmesini bilmeli ve bütün eşya ve hadiseleri Allah'ın varlığının şahitleri olarak görüp değerlendirmelidirler.

Çocuk her gün fünûn-ı müsbete adına, ilköğretimden liseye, ondan üniversiteye aldığı öğrenime mukabil; evde ve aile muhitinde o ölçüde dinî eğitim almıyorsa onun kayması, inhiraf etmesi muhakkak ve mukadderdir. Onun okul ve çevresinde edindiği ilim/kültür seviyesi yakın takibe alınıp da muhtemel çarpık düşüncelere vaktinde müdahale edilmezse okuyup öğrendiği şeyler küfre vasıta hâline getirilebilir. Oysaki ilimler, Allah'ın (cc) varlığının ve birliğinin en açık delilleridirler.

Evet çocuk, felsefe tahsil etmesine ve muhtemel bir kısım şüphe ve tereddütlere sürüklenmesine mukabil, akıl, mantık ve ilimlerin olumlu değerlendirilmeleriyle desteklenmezse, daha sonraları ciddî bunalımlara girebilir. Binaenaleyh, onun akliyata dair bilgiler ölçüsünde, yine aklî, mantıkî ve bedihî delillerle takviye edilmesi zaruridir. Maddecilerin varlıktaki nizamı tabiata vermelerine ve bu mevzuda bir kısım felsefî nazariyelerle demagoji yapmalarına mukabil biz de, yaratılışındaki bedahet ve kâinattaki nizamın dili ile her şeyde müşahede edilen kanunların hükümfermâ olması gibi hususları anlatarak, bunların hepsinin Allah'ın (cc) idaresinde olduğu gerçeğini onun zihnine nakşetmeliyiz. Ancak bu sayede değişik nazariyelerin onda hâsıl edebileceği şüphe ve tereddütleri önleyebiliriz.

Evet akla, hayale gelmedik tahrif ve çarpıtmalarla onun kafasına yüklenen sakîm malumata mukabil onun kafasını sahih malumatla donatmalıyız ki o, herhangi bir şaşkınlık yaşamasın. Mahiyet itibarıyla her şey ilme bağlıdır. Cehalet, dinin de dindarın da en büyük düşmanıdır. Öyle ise, cahillerin akla hayale gelmedik hilelerle nesli ifsat etmelerine karşılık, müminler de vatanına, milletine, köküne bağlı kimseler ve dinine, diyanetine, ilimlere, fenlere açık ve kendi tarih ve coğrafyasına sahip çıkan nesiller yetiştirmek mecburiyetindedirler.

Çocuklara Kur'ân-ı Kerim'in Anlatılıp Tanıtılması


Çocuklara Kur'ân-ı Kerim'in Anlatılıp Tanıtılması

Kur'ân-ı Kerim'in her yönüyle genç nesillere sevdirilip benimsetilmesi, onlarda dinî şuurun uyarılması, canlı tutulması açısından çok önemlidir. Sırf "Kur'ân-ı Kerim mukaddes bir kitaptır." demek hem Kur'ân adına hem de çocuk adına yetersizdir. Böyle bir yaklaşım, baskıyla belli bir yaşta, bir seviyedekiler için kâfi görünse de ilerisi için kat'iyen yetersizdir; hatta daha sonraki olumlu telkinler için bir ön yargıya sebebiyet vermesi açısından zararlıdır. Bu itibarla onun, nâzil olduğu günden bu yana kimsenin muaraza edemediği ve günümüzde ilim ve teknolojinin varabileceği son hudutlara dair muhkem kaziyeleriyle Allah'ın son mesajı olduğu anlatılmalı ve inandırılmalıdır.

Aslında Kur'ân-ı Kerim, yaratılış, varlık, genişliğiyle bütün kâinatlar hakkında en yeni ilmî 'veriler'e muvafık, onlarla çelişmeyen; hatta küllî kaideler hâlinde onlara dair icmâlî bilgiler veren öyle harika bir kitaptır ki, ona 'Mikro-âlemden makro-âleme kadar her şeyi kulluk hedefli şerh ve izah ediyor.' dense sezadır. "Bilinmeyen nice hazineler ve görünmeyen gayb âleminin anahtarları O'nun nezdindedir. Onları O'ndan başkası da bilemez. Karada ve denizde ne varsa hepsini O bilir.. O'nun haberi olmadan bir yaprak bile düşmez.. yerin derinliklerine doğru karanlıklar içindeki herhangi bir daneyi de. Hâsılı yaş-kuru hiçbir şey yoktur ki, apaçık Kitab-ı Mübin'de bulunmasın." (En'âm, 6/59) âyeti de bu gerçeğin semâvî şahididir.

18 Nisan 2013 Perşembe

Merhametli Olmak

Merhametli Olmak

Kur'ân-ı Kerim, Hz Eyyûb (as) misalinde olduğu gibi[1] insanların değişik problemler karşısında, Allah'ın rahîmiyetine sığınmaları gerektiğine işaret eder. Evet, O'nun Rahmâniyet ve Rahîmiyetine sığınmak; nefsimize, ailemize, sokağa saldığımız çocuklarımıza, yakınlarımıza karşı hem O'nun rahmetinden bir istimdat hem de aczimizi, zaafımızı ilân sadedinde O'nun, her şeyin hakkından gelebileceğini kabul ve itiraftır. Ayrıca merhamet aynı zamanda bir vesile-i merhamettir. Merhametli olunursa, Allah da merhamet eder. Bozulmalar, tefessüh etmeler karşısında duyarlı olunursa, O da bozulacak şeyleri korumaya alır.

Resûlü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle ferman eder: "Yerde bulunanlara merhamet edin ki Mele-i A'lâ'nın sakinleri de -veya Allah- size merhamet etsin."[2]

Esas ölüm ve felaket, trafik kazaları vs. ile meydana gelen felâketler, ölümler değildir. En büyük ölüm ve felâket, insanın özünü gaflete salması, duygusuzlaşması ve gönül dünyasında ölmesidir. Evet en büyük belâ, evin içindeki yangını bilememe, çocuğun çürüyüp gitmesi karşısında duygusuz ve hissiz olmaktır.

Anne-baba, evin içindeki mânevî yangından habersiz iseler, bundan daha büyük talihsizlik, bundan daha büyük gaflet, bundan daha büyük dalâlet olamaz. Böyleleri hallerine ne kadar ağlasalar yeridir ama, ağlamak için de yine gönül gerek.

[1] Bknz. Enbiyâ, 21/83.
[2] Tirmizi, Birr, 16; Ebu Davud, Edeb 58.

İyi Arkadaş


İyi Arkadaş

Evet, arkadaş ama, her arkadaş değil; iyi arkadaş seçeceğiz. Eskilerin eskimeyen şu sözleri ne güzeldir:


  • Bana arkadaşını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim.
  • Üzüm üzüme baka baka kararır.
  • Gül, güller arasında yeşerir.
  • İyi arkadaş, insanı Cennet'e, kötü arkadaş da Cehennem'e götürür.
  • İyi arkadaş, misk satan gibidir, hiç olmazsa kokusundan istifâde edilir; kötü arkadaş ise, körükçüye benzer ki, hiçbir yanından rahatsız olmasanız bile, en azından kokusundan rahatsız olursunuz.



Evet, her insan, arkadaşlarından iyi-kötü mutlaka bir şeyler kapar.

Bir ağaç tımar edildiği, bir canlı da, bakımı-görümü yapıldığı sürece hem semere verir, hem de neslini devam ettirir. Bakılmadığı zaman ise, ağaç güdükleşir, canlı da amelmande olur. Ya bin bir istidat ve kabiliyetle dünyaya gönderilen insan? Acaba, onun bir ağaç kadar olsun bakım-görümden nasibi bulunmamalı mıdır?

İnsanoğlu, çocuğu dünyaya getiren sensin! Gökler ötesi âlemlere yükseltmek de senin vazifendir. Onun cisminin sağlığına ehemmiyet verip üzerinde titrediğin gibi, kalbî ve ruhî hayatı için de titre, merhamet et, kurtar o bîçareyi Allah için! Ve zebil olup gitmesine fırsat verme!

Kur'ânî Terbiye


Kur'ânî Terbiye

1) Kur'ân Talebesi Bir 'Kul'dur

Kur'ân'ın talebesi, bir zalim, bir gaddar, bir hodfurûş, bir hodbîn, bir cebbar değildir. O sadece bir kuldur; Allah'ın kulu. Kur'ân, her fırsatta insanların Allah'a (cc) kul olduğunu hatırlatır ve bunun onun için bir şeref, bir pâye olduğunu vurgular.

Kur'ân'ın terbiyesi sayesinde bir insan, kendisinin, Allah'a (cc) kul olduğunu kavramışsa, en büyük bir fazileti ihraz etmiş demektir. Rasûlü Ekrem'in (sallallahu aleyhi ve sellem) en mümeyyiz vasfı Allah'ın (cc) kulu olma vasfıdır. {Abduhu ve Rasûlühü...} 'Kulu ve Rasûlü...' Bazı imâmlara göre Arapçasındaki bu vav, mutlak cem' içindir ve tertip söz konusu değildir. Tertibi kabul edenlere göre konuyu ele alacak olursak, bundan, Rasûlü Ekrem'in (sallallahu aleyhi ve sellem) evvelâ kul olduğu anlaşılır. Bunda da lâtif bir nükte vardır. Rasûlü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) elçi olmadan evvel de Allah'ın (cc) kuluydu, vefatıyla elçiliği bittikten sonra da yine Allah'ın (cc) en aziz, en eşref, en ekrem kuludur. Her şey bitse de kulluk temâdî edip gitmektedir.. evet her şey, nübüvvet, velâyet ve bunlara terettüp eden bütün vazifeler biter. Bitmeyen bir şey vardır: Ezel ve ebed sultanı olan Allah'a (cc) kulluk...

Allah'ın: "Ey insanlar kulluk edin!.." (Bakara, 2/21) demesine karşılık, mümin günde kırk defa kemerbeste-i ubudiyetle Allah'ın (cc) huzuruna gelir, "Yalnız Sana kulluk ederiz." (Fâtiha, 1/4) der.

İyi bir mümin, en büyük mahlûkata dahi ibadete tenezzül etmeyen aziz bir kuldur. O sadece Allah'a (cc) kul ve bendedir. Bu yönüyle de o zelil gibi göründüğü anlarda da tam bir sultandır. O, hiçbir firavuna karşı bel kırıp boyun bükmez ki, Peygamberler'in (as) hayatı bu konuda mühim örneklerle doludur. Onlar, Mâbud-u Mutlak, Maksûd-u bi'l-İstihhak'ı bir olarak tanımış ve hiçbir zorlama karşısında başkalarına serfürû etmemişlerdir.

Hayalen devr-i risâletpenâhîye gitseniz, göğsüne kızdırılmış demirlerin basıldığı Ammar bin Yasir'i; her gün başına yediği sopalarla yere yıkılan Mus'ab bin Umeyr'i; aç susuz bîtap kıvranan Sa'd bin Ebî Vakkâs'ları görecek ve Hakk'a kulluktaki derinlik karşısında başlarınızın döndüğünü hissedeceksiniz. Müteakip asırlarda da -derece farkı mahfuz- bu derin gönül insanlarını görmek mümkündür. Evet hem her dönemde haksızlığa karşı koymuş, hakperestlik şuuruyla şahlanmış, hakkı tutup kaldırmış; kaldırmış ve zulmü, ilhadı yerle bir etmiş nice Hak erleri vardır.. Kur'ân'ı rehber edinen, Kur'ân için yaşayan nice Hak erleri..

Bazı şeyler vardır ki onlar kolay işlerdir. Cemiyetler teşkil etme, gruplar oluşturma, kongreler akdetme, maaşla, ücretle ve değişik beklentilerle iş yapma.. evet bunlar rahat şeylerdir. Önemli olan dünyevî, uhrevî beklentilere girmeden hakkı tutup kaldırmak ve bu hayâtî vazifeyi ilelebet devam ettirecek hasbî, diğergam, Allah'a (cc) kulluğun ötesinde pâye aramayan 'nâr-ı beyzâ' nesiller yetiştirmektir. Bunların en parlak unvanları Kur'ân talebeliğidir; onun ötesinde başka bir namla anılmayı da düşünmezler.

2) Mütevazı ve Allah'a Karşı Fakirdir

Kur'ân tilmizi mütevazıdır. O, dış görünüşü itibarıyla bazılarınca miskin, uyuşuk zannedilebilir; değildir, her şeyi aşabilecek halim selimdir; ama Mâbudundan gayrısına boyun eğmeyecek kadar aziz ve kararlıdır. Zaten bir iç dinamizme sahiptir. O böyle bir şeyi şirk sayar. Kur'ân'ın talebesi, zahirde fakir ve güçsüz görünümlüdür. Bu da onun ayrı bir farklı yanıdır; zira onun zaafı ve fakrı Allah'a (cc) yükselmesi için iki kanat gibidir. O, aczini, zaafını vicdanında hissettikçe, Cenâb-ı Hakk'a karşı itimadı daha bir artar.

Rasûlü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) gibi: "Göz açıp kapancıya kadar dahi bizi nefsimizle baş başa bırakma."[1] der durur. İşte aczin, zaafın ve fakrın bu iç derinliği, onun için nurânî iki kanat gibidir ki, o nefsinde aczini, fakrını ve zaafını idrak ettikçe, acz ve fakrın kanatlarıyla hep Cenâb-ı Hakk'a ubudiyete koşar ve O'nun hoşnutluğunu arar.

3) Hedefi Allah'ın Rızasıdır

Kur'ân talebesinin hedefi, gaye-i hayâli sadece ve sadece rıza-yı ilâhîdir. O, nazarını hep rıza ufkuna diker ve Cenâb-ı Hakk'ın kendisine bir gün: "Ey tertemiz, âsudeliğe ermiş, arınmış itminan ufkundaki nefis, Rabbin senden razı, sen de O'ndan; dön Rabbine!" (Fecr, 89/27) hitab-ı celilini intizar eder durur.

Hz. Yusuf (as) da "Ey Rabbim! Mülkten bana (nasibimi) verdin ve bana (rüyada görülen) olayların yorumunu da öğrettin. Ey gökleri ve yeri yaratan! Sen dünyada da ahirette de benim sahibimsin. Beni Müslüman olarak öldür ve salihler arasına kat!" (Yusuf, 12/101) sözleriyle o ideal ufku ifade ediyordu. Mısır'da muallâ bir mevki' ihraz etmiş.. senelerden beri ağlaya ağlaya bîtab düşmüş, dilhûn babasının gözyaşları dinmiş.. kendisine kötülük yapan kardeşleri gelip onunla aynı çizgiye ulaşmış ve maddî-mânevî huzurda şâhikalarda dolaştığı bir anda, Allah'a yapmış olduğu bu teveccüh, üzerinde dikkatle durulması gereken önemli bir husustur.

Demek oluyor ki, dünyevî bütün refah, saadet ve her türlü huzurun üstünde daima ağırlığını hissettiren, kalbin tam itmi'nana kavuşacağı bir mazhariyet vardır ki, o da, Cenâb-ı Hakk'ın hoşnutluğu ve rızasıdır.

Müminin, bütün sa'y u gayretindeki hedefi rızâ-yı ilâhidir, yani Allah'ı (cc) hoşnut etmektir. O, Allah (cc) emrettiği için ve rızâ-yı ilâhiyi kazanmak ümidiyle ibadet yapar; sa'yinin semeresinin de ahirette verileceğini düşünür. Dünyada iken bir lütufla karşılaşırsa hamd ve sena eder. Allah (cc) karşısında yüzünü yerlere sürer. Evet mümin, sadece ve sadece rızâ-yı ilâhiyi düşünür ki, Kur'ân-ı Kerim pek çok âyet-i kerimesiyle bu hususu teyit eder.

Ezcümle; "Bana, din ve ibadetimi yalnız Allah'a (cc) tahsis ederek gönülden ona kullukta bulunmam emredildi." (Zümer, 39/11) "De ki, ben ibadetimi yalnız O'na has kılarak sadece Allah'a kulluk ederim." (Zümer, 39/14)

'Hâlbuki onlara şirkten uzaklaşıp sadece ve sadece muvahhid olarak Allah'a ibadet etmeleri, namazı dosdoğru kılmaları, zekatı vermeleri emredilmişti.' (Beyyine, 98/5) gibi âyetlerle mümin her zaman ihlâsa ve rıza-ı ilâhiyi aramaya yönlendirilmiştir.

4) Hayat Düsturu Yardımlaşmadır

Kur'ân, düstûr-u hayat olarak teâvün ve tesânüdü esas almaktadır. "İyilik ve (Allah'ın yasaklarından) sakınma üzerinde yardımlaşın, günah ve düşmanlık üzerine yardımlaşmayın. Allah'tan korkun; çünkü Allah'ın cezası çetindir." (Mâide, 5/2)

Evet müminler dinin emirlerini yaşama ve yaşatma hususunda birbirlerine yardımcı olmalı ve birbirlerine dayanarak dini yaşamaya çalışmalıdırlar. Unutmamalıyız ki, İslâm'ın içtimâî yönü daha baskındır. Onun içtimâî yönünü ayağa kaldırmak ayakta tutmak ve devam ettirmek zaruridir. Öyleyse "Birr ve takvâda birbirinize yardımcı olunuz." (Mâide, 5/2)

Zira hayat, cidalden ibaret değil; o yardımlaşma ve dayanışmadan ibarettir. Zerreler nebatata, nebatat hayvanata, hayvanat da protein konserveleri olarak bizim imdadımıza koşarlar. Hatta her şeyde bir yardımlaşma vardır. Havanın, toprağın, suyun zerreleri, atomlar ve atomların parçacıkları bir yardım esprisine bağlı olarak mevcudiyetlerini sürdürürler.

Mümin, kainatı böyle bir yardımlaşma armonisi olarak görür ve 'Kainat tepeden tırnağa bir yardımlaşmadan ibarettir.' der. Öyleyse insan da kâinattaki bu umûmî ahenge uymalı, bu senfonizmayı, bu umumî mûsıkiyi bozmamak için o da hep yardıma koşmalıdır.

5) Aramızdaki Rabıta Kardeşlik Rabıtasıdır

Kur'ân, müminler arasındaki rabıtayı uhuvvet olarak belirlemektedir.

Bütün Müslümanlar arasında bu rabıta tesis edilmeli ve bu rabıtaya göre bir kere daha kardeşlik duygusu vurgulanmalıdır. Hele diyaneti bir olan, İslâmiyeti yaşayan kimseler kopmayacak şekilde birbirlerine kenetlenmelidirler. Zaten 'Müminler ancak kardeştir.' (Hucurât, 49/10) Mümin, yeryüzünde iman eden herkese kardeş nazarıyla bakmalı, kâinatı da bir 'mehd-i uhuvvet' gibi görmelidir.

6) Hak Düşüncesi Esastır

Kur'ân terbiyesi, nokta-i istinat olarak 'kuvvet'e bedel 'hakk'ı kabul eder. 'Kim haklı ise o kuvvetlidir.' der. Bu gün zayıf olsa dahi ileride Allah'ın (cc) tevfik ve inayetiyle hak mutlaka galebe çalacaktır inancına bağlı yaşar.

Müminin nazarında hakka saygı âdeta ibadettir. Onun içindir ki Hz. Ömer gibi Halife-i rûy-i zemin, bir zimmî ile mahkemede mürâfaa olur.. ve Halife ile zimmînin murâfaa olduğu mahkemedeki hakim, Emîru'l-müminin'i kendi yanına çağırmak için bir iltifatta bulununca Emiru'l-müminin onu itab eder ve adil olmaya çağırır.

Kur'ân dışı felsefî sistemlerin tesirine girmemiş bir mümin, 'Asra yemin ederim ki insan gerçekten ziyan içindedir. Bundan ancak iman edip iyi ameller işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve sabrı tavsiye edenler müstesnadır.' (Asr, 103/1-3) âyet-i kerimesinde öngörüldüğü şekilde, her zaman hakkı yaşar, hakkı tavsiye eder. Âkif'in dediği gibi:

"Hâlik'in nâmütenâhi adı var en başı Hak,
Ne büyük şey kul için hakkı tutup kaldırmak!
Hani ashab-ı kiram ayrılalım derken,
Mutlaka Sûre-i ve'l-asr'ı okurmuş neden?"

Eşya, vücûd-u Hak'la kâimdir. Eşyanın zıllî bir hakikati varsa o da Allah'ın (cc) Hak ismine dayalıdır. Zaten 'Hak' esmâ-i ilâhînin en büyüklerindendir.

Mümin kuvveti hakta görür. Kim haklıysa o kuvvetlidir. 'Hak yüce ve yüksek olup, hak geride bırakılamaz.' bir İslâm prensibidir. Dolayısıyla hak daima âlîdir ve hiçbir şey onun önünü kesemeyecektir.

[1] Ebu Davud, Edeb 101; Müsned, 5/42.

19 Mart 2013 Salı

Okumanın Mânâsı


Okumanın Mânâsı  

Çocuğa vereceğimiz hususların en önemlilerinden biri de 'kıraat ve kitabet' meselesidir. Çocuk mutlaka belli bir hedefe ve gayeye bağlı okumayı-yazmayı öğrenmeli ve yedilmeden sıyrılarak rehberliğe yükselmelidir. Ne var ki, okuyup yazmak kadar, niçin okuyup yazdığını bilmek de önemlidir.

"İlim ilim bilmektir
İlim kendini bilmektir
Sen kendini bilmezsen
Ya nice okumaktır,"

der Yunus.

Bu konuya girerken isterseniz hep beraber şu sorulara bir cevap bulmaya çalışalım: İlim nedir? İlmin hedefi nedir? Niçin kitap okunur? Bütün okuyup anlamaların ötesinde ulaşılmak istenen şey nedir? Bu sorulara cevaptan evvel şu hususu hatırlatmakta yarar var.

Bir insan, hayatı boyunca matematiğin o dolambaçlı, karmaşık usûllerini, kaidelerini öğrense de, ilmî, ticarî, sinâî vs. hayatında öğrenmiş olduğu bu kuralları hiç kullanma imkanı bulamasa, bu mücerred bilgiye ilim denemeyeceği gibi onun insan için bir yararı olmadığı da açıktır. Keza tıbbın bütün temel esaslarını öğrense; ama klinik olarak hiçbir şey yapmasa, bir tek hastanın nabzını tutmasa veya kalbini dinleyemese, ciğerlerine kulak vermese tababetinin ya da tahsil ettiği tıp ilminin bir şeye yaramadığı bir yana, okuduğu bilgilerin kafasında kalması da şüphelidir. Kaldı ki ilimlerin hedefinde asıl olarak Yunus'un ifadesiyle insanın kendini bilmesi söz konusudur. Binaenaleyh, içinde kendimizi bulamadığımız bir ilmin ne bize, ne de başkasına faydası olmayacağı açıktır.

1) Okuma-Yazma

Kitabet ve kıraat konusunda, Kur'ân'ın birinci sırayı tuttuğu müsellem bir gerçektir. Ancak, ilâhî maksatları öğrenmeye kapalı hafıza hammallığını tasvip etmediğimizi de burada vurgulamalıyız. Çocuğun elinden tutulup Kur'ân onun ruhuna içirilmeli ve onda bir Kur'ân merakı uyarılmalıdır ki, o da ileride, Allah'ın istediklerini anlamaya yönelsin. Maalesef değişik ilcaatla günümüzde çocuğa sadece bir 'bismillah' dedirttiğimiz zaman her meselenin hallolduğu vehmine kapılmaktayız. Vakıa, 'bismillah' çok önemlidir ve çok meseleyi halledebilir. Ne var ki onun ötesinde icmâlî manada da olsa makâsıd-ı ilahiyenin öğrenilmesi gibi bir husus vardır ki, kanaat-ı acizanemce, asıl öğrenilip öğretilmesi gereken de işte odur.

Tarihimizde şanlı ve parlak dönemlerimiz çoktur. Ama bir dönem vardır ki, bu dönemde bütün İslâm alemindeki devletlerin, ilmî, idarî ve adlî makamlarında kur'ân hafızı idareciler, hakimler ve kadılar olmuştur. Ama, daha önce de işaret ettiğimiz gibi, bu kimseler okudukları ilimlerin özünü kavrayamadıklarında dolayı hem tekvînî emirlerde hem de teşrîi konularda mukallit durumunda idiler; istinbat ve ihtira güçleri yoktu. Yarım-yamalak bildiklerinde bağnaz bu insanlar, gün geldi —maalesef— dinin tecviz etmediği usul ve esaslar karşısında sesiz kalarak günahlarını devam ettirdiler.. ve tabii İslâm'ın kendilerine yüklemiş olduğu şeref ve haysiyeti de koruyamadılar. Vicdanlarımızda belki ürperti hasıl edecek ama, üzülerek ifade etmeliyim ki, bunlar önceleri de sonraları da milletin haysiyetiyle, şerefiyle, diniyle oynadılar. Bunların edindikleri ilim, vicdanlarına yerleşmiş ve gönüllerinde iz'an haline gelmemişti. A'raf Sûresi'nin 178. ayetindeki 'kimleri de saptırırsa, işte asıl hüsrana uğrayanlar onlardır' ayetiyle alakalı Hafız Ebu Ya'lâ'nın Huzeyfe b. El-Yemân'dan (ra) rivayet etmiş olduğu bir hadis-i şerifte Allah Rasulü (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurur:

'Sizin için korktuğum şeylerden biri de şudur ki; bir kişi Kur'ân-ı Kerim'i o kadar okur ki, artık Kur'ân'ın o göz kamaştırıcılığını onun bütün tavırlarına yansır. İslâm, onun için bir elbise olur. Allah'ın (cc) dilediği süreye kadar o elbiseye bürünür, sonra birden bire o elbiseden —hafizanallah— sıyrılır ve onu elinin tersiyle adeta bir kenara iter. Kardeşinin üzerine elinde kılıçla yürür ve onu şirk ile itham eder.'

Hz. Huzeyfe: - Ey Allah'ın Rasulü, şirk ile itham edilen mi, yoksa itham eden mi şirke daha yakındır? diye sorduğunda Allah Rasulü (sallallahu aleyhi ve sellem): "Hayır, itham eden, buyurdu."[1]

Bugün de Allah'ı (cc) bilmeyen, Rasulü'nü (sallallahu aleyhi ve sellem) tanımayan nice ünvanlı kimseler vardır ki, katmerli cehalet içindedirler. Kâinattaki binlerce ayet ve delil karşısında, düşünmeyen terkib gücünü kullanamayan, varlık ve hadiselere karşı kör ve sağır yaşayanlar, ad ve ünvanları ne olursa olsun katmerli cehalet içindedirler. Zira biz, sadece insanın his, akıl, fikir dünyasını aydınlatan bilgiye ilim diyoruz; diğerine de hafıza hammallığı.

Kur'ân-ı Kerîm'in ilk mesajı, "Oku, Rabbinin adıyla..." (Alak, 96/1) şeklinde tecelli etmiştir. Evet, Allah'ın (cc) Rasulü Ekrem'e (sallallahu aleyhi ve sellem) ilk hitabı 'oku' olmuştur. Allah (cc) 'Kur'ân'ı oku' deniyor; hatta 'size verilen kitabı okuyun' da demiyor. Bu 'oku' emrinin manasını Kur'ân yine kendisi tefsir ediyor ve:

"Sen O Rabbin adıyla oku ki, yarattı" (Alak, 96/1) buyurarak yaratma gibi bir hadiseyi nazara veriyor. Burada Kur'ân-ı Kerim'i okumanın yanında âyât-ı tekvîniyenin simasındaki yazıların okunmasının hatırlatılması da söz konusudur.

"Oku, O Ekrem olan Rabinin adıyla oku ki kalemle yazmayı öğretti." (Alak, 96/3-4) buyurur.

Görüldüğü gibi burada 'okuma' ve 'yazma' unsurları arka arkaya zikredilmektedir. Evet insan okuyup-yazacaktır; ama hem âyât-ı tekviniyeyi, hem kendi bâtınî yapısını, hem de Kur'ân'ın özünü anlamaya yönelik olarak okuyacaktır okuyacağı herşeyi. Yer yer kendi fizyolojisine, kendi anatomisine zaman zaman da kâinatın simasına bakacak ve aldığı dersi, ilde ettiği marifeti, duyduğu ölçüde aile çevresinden başlayarak başkalarına da duyduğu ölçüde aile çevresinden başlayarak başkalarına da duyuracaktır. Evet burada 'oku' emrinin sadece Kur'ân'ın elfazını okumak olmadığı siyaktan da anlaşılıyor. Kur'ân, 'oku' emriyle, hem ilahi emirleri hem de âyât-ı tekviniyeyi, kâinattaki kanunları okumayı salıklıyor. Dolayısıyla okurken hem yaratılışımızı, hem kâinatı, hem de Allah'ın kelamını O'nun adıyla okuyacağız. Burada Kur'ân, önce yaratılışımıza dikkatleri çekerek, adeta bizi 'nasıl yaratıldınız' sorusuna bağlıyor. Hemen arkasından da, bu yaratılışın bir 'alak'tan, bir başka yerde de 'bir adamla su'dan olduğunu belirterek düşüncelerimizi yaratılıştaki esrara bağlıdır.

Bu, 'kainat kitabını Kur'ân'la beraber oku' diyen Allah'ın (cc) insana verdiği öyle bir derstir ki, en mübtedi bir talebi bu dersten istifade edeceği gibi, en mühtehî bir düşünür de böyle bir dersten nasibini alacaktır. Evet Rasulü Ekrem'in (sallallahu aleyhi ve sellem) rahle-i tedrisinde, ümmî bir insanla müdakkik bir alim, onca seviye farklarına rağmen idrak ufuklarına göre mutlaka her ikisi de hisseyab ve hissedar olacaklardır.

Kur'ân- Kerim'in yazma adına kaleme de göndermeleri vardır. Kalem süresinde: "Nuh... Andolsun kaleme ve yazdıklarına" (Kalem, 68/1) buyurarak kalemin önemini vurgular. Buradaki 'nûn' harfinin manası açık değildir. Ancak mühim tefsirlerde bu harfin 'balık' manasına yorumlanmasının yanında, hokka anlamına geldiğini söyleyenler de vardır. O büyük müfessirleri tefsirleriyle başbaşa bırakalım; burada Allah (cc) 'nûn'la başlayıp, 'kalem'e yemin ederek meseleyi anlatıyor ki, bu da Allah (cc) nazarında kalemin ne kadar büyük olduğunu göstermeye yeter. Bu kalem ister sahâif-i a'mâlimizi ve sergüzeşt-i hayatımızı yazan Kirâmen Kâtibîn'in; ister kaderleri yazıp tespit eden Mele-i A'la'nın sakinlerinin; ister Allah'ın (cc) ilk kitabetiyle alakalı kalem; isterse sizin mektepte veya başka bir alanda kullandığınız kalem olsun farketmez. Fark onu kullanan zat itibariyledir ve alaküllihal Allah'ın (cc) kaleme kasemi, bunların hepsini içine almaktadır.

3) İlim, Allah Korkusuna Götürür

Kur'ân'ın başka bir ayetinde: "Allah'tan, ancak alim kulları korkar" (Fâtır, 35/28) buyurulmaktadır. Evet Allah'a (cc) karşı ancak alimler saygılı olur; çünkü uluhiyet dairesine karşı hürmet hissi, bilip tanımaya bağlıdır. Allah'ı (cc) bilmeyenlerin ve dairei uluhiyetin esrarına vakıf olmayanların saygı ve haşyetten nasipsiz oldukları açıktır.

Bu noktadan hareketle, çocuklarımızın iç ve dış yapıları itibariyle mamur yetişmelerini sağlama yolunda atacağımız adımlardan bir diğeri de, hiç şüphesiz onların sağlam bir akîdeye sahip olmalarıdır. Vacibü'l-vücûdun vücûb-u vücuduna dair okuduğunuz, mütalaa ettiğiniz, gördüğünüz deliller, seviye ve kültür farklılığı ölüsünde onlar için de söz konusudur. Bazen bu deliller, size ait tereddütleri izale edebilecek seviyede olabilir; ama çocuklarınızın bulunduğu yaş ve kültür durumları itibariyle yetersiz olabilir; o zaman daha uzmanca rehabilitelere baş vurmak icabeder.

Diğer bir husus, Rasulü Ekrem'in (sallallahu aleyhi ve sellem) mübarek hayatlarının gönüllere girmesi, sevilmesi ve hakim olmasıdır ki, bu konu ile ilgili 'Sonsuz Nur' adlı çalışmada üzerinde durulan hususlar türünden konuların hatırlatılmasına ihtiyaç vardır.

3) Tereddütlerin İzalesi

Bugün, 'kainatı Allah (cc) yarattı; Allah'ı (cc) (haşa) kim yarattı?' gibi bir hayli soruya muhatap olmaktayız. Bu tür soruların çokluğu, çocuklara Allah (cc) hakkında sağlam bir fikir verilmemiş olduğunu göstermektedir. 'Rasulü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) -haşa- niçin çok kadınla evlendi?' sorusunun arkasında temel sâik yine, o çocuğun rasulü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) hakkında sağlam fikre sahip olmamasından kaynaklanmaktadır. Keza, 'Rasulü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) oldukça zeki birisiydi. Meydana getirdiği inkılaplar da onun zekasının eseriydi' türünden değerlendirmeler yapan birinin de, dini eğitim açısından boşluğu açıktır ki, bu kimse 'nübüvvet'in manasının ne olduğunu katiyyen anlamamıştır.

Bir de bu tür yaraların büyüklüğüne rağmen yanlış müdahale söz konusu ise durum iyice karmaşıklaşacaktır. Öyleyse evvela çocuğun fikrî ve rûhî yapısını, 'Allah (cc)' hakkındaki akîdesini sağlama bağlama mecburiyetinde olduğumuzu çok iyi bilmeliyiz. Belli bir yaş seviyesine göre söyleyeceğiniz şeyler çocuğu ikna edebilir. Mesela; 'bir iğne ustasız olmaz, kendi kendine bir iğnenin yapıldığını düşünmek imkansızdır; öyleyse mevcudatı var eden birisi vardır ki, o da Allah'tır (cc).' mantıkî önermesi çocuğun o yaşa ait tereddütlerine cevap verici mahiyette olabilir. Siz böyle bir reçete ile, o mütereddin vaktinde imdadına koşarsanız, o tereddüdü henüz gelişme imkanı bulmadan yok etmiş olursunuz.

Dini kaynakların bize ulaştırdığına göre Mecusiler, İmam-ı A'zam Ebû Hanîfe Hazretleri'ne bazı sorular tevcih etmişler ve ondan muknî cevaplar istemişlerdi. İlim, fen ve teknik sahasında fikrin gelişmeler yaşadığı, hukuk, fıkıh ve içtimaiyatta önemli gelişmeler söz konusu olduğu o dönemde, Mecusiler Ebû Hanîfe Hazretleri'ne 'biz Allah'a inanmıyoruz' dediler. O gün bulunduğu çevre itibariyle etrafta çok Mecusi vardı. Çünkü Kûfe toprakları eskiden Mecusilerin fazlaca bulunduğu bir yerdi.

Ebu Hanife Hazretleri onlara herşeyi çok basit üslupla anlattı: "Deniz içindeki bir vapurun, yüzlerce dalga arasında rahatlıkla bir sahile doğru gittiğini, bu dalgaların onun istikametini değiştirmediğini görseniz, bu ustaca yüzdürülen vapuru, bu deryada yüzdüren ve fevkalade bir meharetle onu idare eden bir zatın var olduğunda tereddüt eder misiniz?" deyince onlar hepsi birden 'hayır' derler. Hz. İmam bunun üzerine: "Öyle ise; şu yıldızlar, şu koca kâinat, şu küre-i arz adeta bir denizin içinde, hem de ahengi bozulmadan yüzüyor; bunun kendi kendine olmasına nasıl ihtimal verebiliyorsunuz?" diye sorar. Bunun üzerine Mecusiler, "Lâ ilahe illallah, Muhammedün Rasulüllah" derler. Bu, seviyeye göre bir hitaptır; kimilerine göre basit görülebilir; kimilerine göre de yeterlidir. Bu üslubun mantıkiliği ne ölçüde olursa olsun belli bir seviyedeki kimseler için yeterli olabilir. Daha ileri yaşlarda, daha derin düşünce buudlu konular üzerinde durularak aynı esasların sağlamlığı vurgulanabilir. Evet, insanın beyni, gözü, iç mekanizması, hücresi, hücre sistemi, anatomisi, fizyolojisi başımızı döndürecek harikuladelikte yaratılmıştır. Değişik yaş-baş ve seviyeye göre teker teker bu konulardan herbirerleri ilmî esaslar çerçevesinde anlatılırsa yeter zannediyorum.

Bunun gibi, bir başka muhatap için mesela hava, su, ziya, değişik vitaminler, proteinler, karbonhidratlar ya da mikroskobik canlıların mahiyeti birer konu olarak ele alınabilir. Bütün bunlarda belki sadece dersi takdim şekli değişecektir. Ama temel yapısı itibariyle ders ve program devam edecektir.

Üstad'ın Allah'ı (cc) anlatırken; "Bir köy muhtarsız olmaz. Bir iğne ustasız olamaz. Bir harf kâtibsiz olamaz, biliyorsun. Nasıl oluyor ki, nihayet derecede muntazam şu memleket hâkimsiz olur?" Bu kadar büyük ve muazzam kâinatın idaresi başı boş olur; nasıl karışmadan kendi kendine yürüyebilir, şeklindeki üslubu bu konuda iyi bir örnektir. Bu mevzuda irad edilen bütün deliller tahattur edilip, yazılmış bütün eserler hayalden geçirildiğinde önemli bir materyele sahip olduğumuz görülecektir. Zannediyorum bize sadece mevcut bu malzemeyi yerinde değerlendirmek ve muhataplara göre değişik mevzuların hanginin öne alınması, hangisinin geriye bırakılması gibi çok küçük konular kalıyor.

[1] İbni Kesir, Tefsiru'l Kurân, 3, 509.